Sıcak beterdi. Bıyıkları terlememiş bir delikanlılık çağında boncuk boncuk ter atıyordu. Çimento torbaları eşek ölüleri kadar ağırdı. Tuğlalar, yamalı şalvarında kahverengi tozlar bırakıyordu. Yamasını çepeçevre saran alelacele dikişleri hep terden söküktü.
Daha O Boy’uyla karar vermişti ev yapmaya. Bir evin temelini attı. Atış o atış..
Seni inşaat işçisi; fayans ustası, duvar ustası..
Çimento torbasını boşaltırken gözüne kaçan tozun haddi hesabı yoktu. Hala kan kırmızı gözleri! Küreğiyle daire haline getirdiği çimentonun içine doldurduğu suda dalgalanan kafasında, terini parlarken görüyordu. Gözlerini ise kara. Ayaklarından tavana asılıp günlerce öyle bekletildiği işkencelerde, akan kanında da gözlerini kızıl görmüştü. Esmer Ten’in mordan ayrı kaldığı ne duyulmuş ne de görülmüş şeydi. Vücudu mosmordu sallandığı tavanda!
Bin dokuz yüz doksan Şırnak yıllarında bir evin temeli atıldı, ben diyeyim iki siz deyin üç tuğla üst üste konuldu. Hepsi bu! O zamanda o kadardı! Şimdi de o kadar!
Kırıcının operatörü geçti kırıcı makinesinin başına yıktı o tuğlaları başımıza.
tak, tak, tak.. tuk, tuk, tuk.. çık, çık, çık.. terk, terk, terk..
Her günü ablukalı, katırları üstünde ölüleri, yanık ağıtları, inatçı değil ürkek keçileri, etli etli dutları, ceviz ağaçlarının gölgesinde çekilen kaçak uykularıyla, Uludere de alışılmadık biçimde bulutsuz bir gündü. O günün gecesi, işçinin derme çatma evi basıldı. Atlara nal çakma işini de yapardı. Nallar bir bir yerde. Ceviz ağacı heybetle az ötede. Kırıcı makinesinin operatörleri, işçiyi aldılar götürdüler, atlet don..
Tuğla mı lazım? O kolay.
Hımm demek çimento o bizde gani gani.
Kırıcı makinesi mi lazım? ooohh gırla.!
Evi işi, bebek işi.. Sen, Korucu ol hele!
Olmam, dedi! Yapmam dedi!!.
Sallandırın tavanda!
Gün içerisinde tuğladan dökülen kahverengi tozlar, gece yarısı işkence vakitlerinde yerini lop lop akan kanların kızıllığına bıraktı. Mor hoş gele.. Bir süre kahverengi, kırmızı ve mor ile geçimini sürdürdü. En çok mor yedi!
Bir işçinin ‘rengârenk’ yaşamına sonradan yolların, göçebeliğin rengi de eklendi. Yamalı şalvarına az toprak ekledi. Göç bu! Gidişlerin en zoru. Göç yollarında terine ter ekledi, sarp kayalık yolların taş yaralarını ekledi her adımında, tütününe sarılık ekledi, nasır sarısı ellerinden, gözyaşlarına bu sefer o eklendi! Eklemelerin maşallahı vardı ekledi de ekledi. Kalmayı asla kendisinin istemediği yeni bir şehirde, etrafta bir ceset gibiydi. Fayans bilir, duvar bilir elinden her iş gelirdi de dil bilmezdi. Hala da bilir sayılmaz! Köyden aldığı haberler hep köz gibi cayır cayır yakardı ciğerini. Bazen ihanet duyardı bazen dürüstlük. Hepsinde her defasında efkârlanır, cebinden cep tarağını çıkartır kızının altın sarısı saçlarını tarardı. O da öyle bir meşgalesiydi! Kışları sobaya attığı her odunda köyde, eşeğiyle gittiği oduncu günlerini anımsardı. Yıllar geçtikçe küçülen gözleri nemlenir, göz kafesi içindeki akışkan gözbebekleri tütün kesesine kayardı. Göğüs kafesindeki aynı daraltıcı sıkışma ile hararetle gümleyen sobanın vuruşları arasında bir fark yoktu. Bir ihtiyar ağız ‘’Daran bikin şeş agir bibe xweş’’ sözü ağzından düşmezdi. Özlem, soğuk, acı ve sürgün kış günlerinde ki tek güzel kelime o Kürtçe deyimin içinde geçen ‘’xweş’’ sözcüğüydü. Bir süre geçimini bedeninin kafeslerinden yayılan acılar ve sancılarla geçirdi. Bildiği dilin xweş ile başlayan cümleleri en güzel demleriydi. Sürgün şehirlerin kar’ı da adam gibi yağmazdı ki! O, köyde yaptığı kar üstü pekmezlerle tatlandırırdı hayallerini.. Tütünden sararan el ne bilir yaş cevizden kararan elin güzelliğini. Ellerini güzel hayal ederdi!
Yeniden sefer vakti, sürgün yollarının köye gidişlerine bu sefer hayallerini ekledi. Valla utanmasa, ceylan gibi sekerek gidecekti! Çocukluğun bilyeleri yaşlanmaz. Hep şeffaf, onları da ekledi. Ceviz reçeline bandırıp durduğu tandır ekmeğinin kokusunu hissetti bedeninin kafesinde. Madene indiği zamanlardan, yollardan geçecekti. Nal çakma vakitleri atlara duyduğu hasreti giderecekti. Dutları gözünden öpecekti. Dağlardan köye inen patika yollardan geçmez olur mu? Ne bulduysa ekledi yamalı şalvarına. Şalvarda şalvarmış haa! Az gram mutluluk ekledi. Gramı şehirde öğrenmişti. Yoksulluğun ekmek arası, soluk ve utanmaz rengi. Gram! Dutları gözünden öpecekti.. Xweş Xweş köye yeniden gitti.
Yıkık tuğla parçaları doğadan, belki de her türlü rengi almıştı. Önce bi süpürdü, parçalananları, basılanları.. Yine çimento harcını yaptı, bir iki tuğla üst üste koydu, yok yok koyacak gibi oldu daha doğrusu koy-ma-ya ya-kınnn kırıcı operatörlerinin eli ensesinde! İşkence vakti gelmişti. Tuğla kahverengisi, kırmızı ve en çok mor’lu bir gecede bir kez daha ‘‘Korucu olacaksın’’ küfürlerini duydu.
Olmam, dedi!
Yara eklemeleriyle sürgün yollarının o büyükşehre gidişlerini yeniden kat etti.
Doksanlı yıllardan bu yana hayatı hep bu renk dönüşümleriyle geçti. Renklerin vardiyasında en çok mor’un tadına baktırıldı! Savaşın, sürgünlüğün, yoksulluğun izleri hep daha baskın. Baskınlar, baskılar yetmiyormuş gibi baskın! Kaçakçı dilbilimcilerin söylemleri az mı derin yaralar bıraktı? Ablukalı günlerde vazgeçildi mi ki tandır ekmeği yemekten, ambargolu kıt günlerde asla vazgeçilmedi umutlardan..
Ama;
Adı gibi biliyor ki o evin teslim tarihi, Barış’ın gelişi..