Akademi dünyasına adım atmak isteyen her öğrencinin yapması gereken ilk işlerden biri kuşkusuz hafızaya biraz yüklenmek. Hele bir de sosyal bilimler alanında çalışmak istiyorsanız işiniz biraz daha zor diyebiliriz. Neden? Çünkü yığınla bilgi birikimi mevcut alanda. Hangi uçtan tutarsanız, diğer ucu size diş bileyecek. Her sosyal bilimcinin karşılaştığı en büyük sorunlardan biri de okumaya nereden başlayacağı ve hangi kaynaklarla başlayacağı. Yeni başlayanların nereden gereken temel bilgiyi alırım sorusunun çoğu zaman bir karşılığını bulmak da zor. Hemen her öğrenci bu sorunun cevabını ya deneyimleyerek, ya da tavsiyeler sonucu aşmakta. Deneyimlemenin uzun bir vakit alacağı ve vaktin de nakit olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda bize epey kayıp vereceğini anlamak güç değil. Bu yüzden biz de sosyoloji, felsefe, iletişim, antropoloji gibi bölümlerin -deyim yerindeyse- baba isimlerini ve kitaplarını listeleyelim dedik. Bir önceki sosyal bilimcilerin okuması gereken 10 akademik kitap listemize de bakabilirsiniz.
Yeni listelerde görüşmek dileğiyle.
1.
Dünyanın Sefaleti – Pierre Bourdieu vd
1990’lı yılların başlarından itibaren 3 yıl boyunca, Bourdieu’nün yönetiminde bir araştırma ekibi, toplumsal sefaletin çağdaş veçhelerinin izinde Fransa’yı boydan boya arşınlar. Amaç, neoliberal kasırga altında acı çeken Fransa’yı konuşturmak, şimdiye dek söz hakkı tanınmamışlara bu hakkı vermektir. Mekânlar, insanlar ve yaşam kesitleri, “dillendirilmemiş-dillendirilemeyen” ortak bir toplumsal ızdırabın tanıkları olarak arz-ı endam ederler: banliyöler, kenar mahalleler, göçmenler, gençler, işçiler, sendikalar, memurlar, esnaflar, polisler, öğretmenler, yargı mensupları, öğrenciler, emekliler, işsizler, çiftçiler…
Sosyolog burada artık bir ebedir; ezilene giderek, onu dinleyerek toplumsal sefaleti doğurtacak ve bunu kolektif bir “yüzleşme” (acıyı kusturma) seansına tahvil edecek olan odur. Mülakatın kendisi, özellikle de yürütülüş biçimi, tüm bu tahakküm kırıcı “müşterek psikanalizin” merkezinde yer alır. Bourdieu, bilinen tüm standart yöntemleri, sosyoloji derslerinde anlatılabilecek türden yöntemsel “zırvaları”, sıradan yöntem kitaplarının kuru ve anlamsız tasniflerini unutun der gibidir: Yakın yöntem kitaplarını! Sanki bilimin o alışılagelen karmaşık ve mesafeli dili; sosyoloğun, sözcüsü olmaya soyunduğu o insanların ızdırabını içinde hissetmesinde ve bu duyguyu, öfke ve isyanı olabildiğince sadık biçimde aktarmasında yetersiz kalacakmış gibi… Yalın ve dolayımsız “gerçeklik”: Sefalet! Başka bir sosyoloji pratiği, başka bir Bourdieu…
2.
Şehir – Robert E. Park ve Ernest W. Burgess
İlk baskısı 1925 yılında yapılmış bu klasik eser, devamında, ABD’de ve dünyanın geri kalanında kent sosyolojisi çalışmalarında merkezî bir referans noktası teşkil etmiş; Robert E. Park ve ekibi tarafından o zamanlar daha henüz bir araştırma programı olarak sunulan “ekolojik yaklaşım”, kenti konu alan ciddi ve zengin bir saha pratiğini tetiklemiş; özellikle Chicago Sosyoloji Bölümü bünyesinde yürütülmüş bu çalışmaların teorik çıktıları ise uzun bir dönem boyunca tartışılmıştır. Lakin bugünden bakıldığında eserde kesif bir “naftalin” kokusu da mevcuttur; kullanılan normatif ve organizmacı dil şaşırtabilir ve hatta rahatsız dahi edebilir; savunulan tez ve argümanlar ve bunların ampirik izlekleri bugün tartışmaya açıktır. Fakat tüm bunlar eserin kıymetinden bir şey götürmez zira bu kıymet, bundan 90 yıl önce, kent ve moderniteye ilişkin bugün artık kanıksadığımız tematik ve sorunsalların en can alıcılarını ele almış olmasından ileri gelir; elbette o dönemin dertleri çerçevesinde, yine o dönemin diliyle ve bugünden bakıldığında biraz da amatörce. Bu aynı zamanda, güçlü bir “ahlakçı” duruş sergilerken ve oldukça “etnisist” dil kullanırken dahi, “muhit” ve “mekân”a bir o kadar güçlü bir vurgu yapmak suretiyle, hem dönemin biyolojik argümanlarına karşı mücadele etme hem de bir disiplini (sosyolojiyi) tüm özerklik ve yetkinliğinde olabildiğince tesis etme çabasıdır. Dolayısıyla bu eser, daha sonra serpilecek olan bir kent sosyolojisi pratiğinin ilk tomurcukları olarak, bir mirasla, öncülerle kurulmuş bir diyalogdur da. Sosyal felsefenin cazibesine ve karizmatik rantlarına gittikçe kendini kaptıran, son “moda-model” kuram fetişisti/tüketicisi sosyoloji pratiğimizi sorgulamak için hiç kuşkusuz iyi bir başlangıç…
3.
Yeniden Üretim – Pierre Bourdieu ve Jean-Claude Passeron
1964 tarihli Varisler kitabının ilk aşamasını oluşturduğu araştırmaların teorik bir sentezidir. Bu genel teori, sembolik şiddetin edimlerine ve bu şiddetin gizlenmesinin toplumsal koşullarına ilişkin olup pedagojik ilişki, dilin münevver veya zamane kullanımı ya da sınav veya diplomanın sembolik ve ekonomik etkileri üzerine yürütülmüş ampirik çalışmalardan hareketle vücut bulmuştur. Okul, etkileri aldatıcı olmanın çok ötesinde yanılsamalar üretir. Örneğin, bağımsızlık ve tedrisi tarafsızlık yanılsaması, müesses nizamın yeniden üretimine yaptığı en özel katkının esasında yer alır. Bu itibarla Okul’un, kültürel sermayenin dağılım yapısını yeniden ürettiği mekanizmaları açığa çıkarmaya çalışmak, eğitim sistemlerini bugün etkileyen çelişkileri kavratacak araçları sağlamakla kalmaz sadece. Bunun daha da ötesinde, failleri hem yapıların ürünleri hem de bu yapıların yeniden üreticileri olarak teşkil eden ve böylelikle de hem öznelci yaratıcı özgürlükten hem de yapısalcı nesnelcilikten sıyrılmayı başarabilmiş bir pratik teorisine katkıdır da burada söz konusu olan.
4.
Aylak Sınıfın Teorisi – Thorstein Bunde Veblen
Veblen’in muazzam eseri, varlık sahibi olan ya da varlık sahibi olma peşinde koşan ve varlık sahibi olmanın ötesine bakan, yüksek mevki isteyen veya varlık sahibi olmanın satın alma anlamına geldiğine inanan insanların davranışlarının kapsamlı ve zaman üstü bir yorumlamasıdır. “Aylak Sınıfın Teorisi”ni en azından bir kez okumayan kimse gerçekten yeterince okumamıştır.
Kenneth GALBRAITH
Açıktır ki, Veblen’in, Amerika kültürünün mahir sosyolojik eleştirisini yaptığı kapsamlı çalışması ve muazzam analizi, insan doğasındaki yıkıcı değişimi anlamada bize yardımcı olabilir.
Max HORKHEIMER
Thorstein Veblen, Amerika’nın yetiştirdiği en iyi Amerika eleştirmenidir.
C. Wright MILLS
Russell’ın eserini okurken oldukça keyifli saatler geçirdim; öyle ki aynı döneme ait başka hiçbir bilimsel yazar için bunu söyleyemem, tabii ki Thorstein Veblen hariç.
Albert EINSTEIN
“Distinction”un hiçbir yerinde “Aylak Sınıfın Teorisi”ne atıf yoktur; bu unutkanlık o kadar kafa karıştırıcıdır ki, R. Aron’un “Veblen okudunuz mu” başlıklı bir metinle önsözünü kaleme aldığı bu çalışma, 1960’ların Avrupa Araştırma Merkezi’nin alt kültürünün klasiklerinden biridir.
5.
Bourdieu ve Tarihsel Analiz – Philip S. Gorski (der)
Kimi çalışmalarındaki ana yönelim açısından indirgemeci bir biçimde yeniden üretim teorisyeni olarak tasnif edilen Pierre Bourdieu’nün sosyolojisinin aslında sosyotarihsel dönüşümü çözümlemek için de güçlü araçlar sağladığını iddia eden bu derleme; toplumsal değişimin, tarihsel krizlerin ve devrimci dönüşümlerin Bourdieucü bir bakış açısından incelenebileceğini iddia etmekte. Philip Gorski ve arkadaşları; bu iddiayı temellendirmek için Bourdieu sosyolojisinin kavramsal repertuarını milliyetçilik, demokrasi, spor alanı vb. pek çok konuda işletir hâle getirmekle kalmıyor, kimileyin de Bourdieu’yü Lacan, Dewey ya da rasyonel seçim teorisinin müdafileriyle karşılaştırma yoluna gidiyorlar. Meseleye farklı ekol ve teorik zaviyelerden bakan derleme yazarları, tarihsel analiz ile sosyolojik analizi bir araya getirmenin araştırmacıya sunduğu avantajlar üzerinden, tarihsel sosyolojiyi kuvvetlendirebilecek yeni kavramsal araçlar ve metodolojik terkipler geliştirmeye çalışıyorlar.
Bourdieu ve Tarihsel Analiz, kuşkusuz sadece Bourdieu sosyolojisiyle hemhâl olan sosyal bilimcilere yönelik bir çalışma olarak görülmemeli. Onun külliyatının teori manzarasındaki mümeyyiz vasfına, kavramlarının yol göstericiliğine ya da sosyolojik yaklaşımının olası sentezlerle nasıl zenginleşebileceğine vâkıf olmak isteyen genç sosyal bilimci adayları açısından da bu eser önem arz etmektedir. Tarihçi ve sosyologların birlikte çalışabileceğine dair her türlü öneriyi bulabileceğiniz titiz bir çalışma…
6.
Etnometodolojide Araştırmalar – Harold Garfinkel
Yürüttüğü etnometodoloji projesini şu cümlelerle ifade ediyor Garfinkel: “Sokaktan ve uzman birinin sosyoloji yaparken ‘gerçek dünya’ya her referansı (…) gündelik hayatın organize etkinliklerine bir referanstır. Bundan ötürü, sosyolojinin temel ilkesinin toplumsal olguların nesnel gerçekliği olduğu fikrine ilişkin [bazı Durkheim’cı] yorumlarda vurgulananın aksine, bu kitaptaki yazılarda, toplumsal olguların nesnel gerçekliği olarak gündelik hayatın müşterek etkinliklerinin süregelen icrası alınır; bildikleri, kullandıkları ve gerçekliğini sorgulamadıkları bu gündelik ve becerikli icra biçimlerinin sosyoloji yapan üyelerin temel bir gerçekliği olduğu düşünülür ve bu düşünce bir araştırma politikası olarak kullanılır.” Aslında tam da bu araştırma politikasıdır, ona ezber bozucu veya rahatsız edici karakterini veren. Zira, yukarıdaki ifadeye dikkat, “sokaktan veya uzman birinin sosyoloji” yapmasından bahseder Garfinkel. “Bu ne cüret!” dediklerini duyar gibiyiz sanki, konvansiyonel sosyolojinin tapınak şövalyelerinin. Bir saniye lütfen der ve hemen hatırlatır Garfinkel: Gündelik etkinlikleri; tüm pratik amaçlara yaygınlaştırılabilir, izah edilebilir, aktarılabilir, hesap verilebilir, rapor edilebilir, yani kısacası “açıklanabilir” kılmaksa mesele, “sosyologlar kabilesinin üyelerinin” ve “sokaktaki adamın üyesi olduğu kabilenin” yöntemleri arasında önemli bir fark yoktur. Bu [gündelik] olguların refleksivitesi pratik eylemlere, pratik koşullara ve pratik sosyolojik muhakemeye has bir özelliktir; konvansiyonel sosyolojinin “ıskaladığı” ve tam tersine etnometodolojik projenin merkezinde bulunan da bu refleksivitedir… Ezberinizin bozulmasına hazırlıklı olun!…
7.
Vârisler – Pierre Bourdieu ve Jean-Claude Passeron
Eğitimin toplumsal hareketliliği sağlayan başlıca etmenlerden biri olduğu savı, bugün, ortak kanının değişmez unsurlarından biri olarak kendini kabul ettirmiş gibidir. Bu idealden “sapma” olarak eğitime erişimdeki eşitsizlikler ise, ya olması doğal ancak elden geldiğince düzeltilebilecek ekonomik eşitsizlikler ya da olması en az diğeri kadar doğal ancak düzeltilmesi o kadar da kolay olmayan “kişisel yetenek” farklılıkları çerçevesinde kavranılır.
Bourdieu ve Passeron’un elinizdeki kitaptaki müdahalesi tam da bu iki argüman düzeyinde şekillenir. Mevcut hâliyle okulun toplumsal hareketlilik unsuru olduğu iddiası bir yanılsama, hatta bir ideolojidir, der ikili. Zira eğitimin “kişisel yeteneğe” dönüştürdüğü nitelikler, öğrencide aradığı vasıflar, kazandırmayı hedeflediği kabiliyetler, esasında, bazı imtiyazlı sınıfların kültür karşısındaki imtiyazlarının “doğallaştırılmış” “mutlaklaştırılmış” halleridir.
Eğer böyleyse, diye ekler Bourdieu ve Passeron, sadece ekonomik eşitsizliklere yönelmiş bir tahlil, kültürel mirasın ve kültür karşısındaki eşitsizliklerin merkezî önemini ıskalamakla kalmaz, bunları görmezden gelerek veya yok sayarak sistemin idamesine de hizmet eder. Zira sosyal imtiyazı yeteneğe, başarıyı ise şahsi liyakate dönüştüren eşitsizlikler ortadan kalkmaksızın ekonomik imkânların eşitlenmesi mevzubahis olabilir. “Böyle bir durumda, farklı sosyal kesimlerin eğitim sisteminin farklı mertebelerindeki eşit olmayan temsili, hiçbir zaman olmadığı kadar fazla gerekçeyle, yeteneklerin veya kültüre erişme arzusunun eşit olmayan dağılımına isnat edilecektir (…) Hatta daha da iyisi, şansların biçimsel eşitliği böylece sağlandıktan sonra okul, imtiyazların meşrulaştırılmasının hizmetinde, kendine bütün meşruiyet görünümlerini verebilir”. Eğitimde fırsat eşitliği mi demiştiniz?
8.
Hariciler – Howard S. Becker
Tarihsel çıkış noktası itibariyle “normalin” bilimi, “normalin tesisinin” bilimi olmuş sosyolojinin uzun zaman boyunca ve yer yer hâlen bugün de “sapma”yı ve “sapan”ı, “normal olan”dan ve “normal olanın ihlali”nden hareketle tanımlamaya çalışmış olması bir vakadır. Çeşitli istatistikî araçlarla “suçlu-sapkın” profillerinin sosyolojik tetkiki sadece “suç/sapma sosyolojisi” yazının önemli bir bölümünü oluşturmamış, şu temel genel yargıyı da pekiştirmiştir: Sapkın ötekidir (haricîdir); sapkınlığı bir anlamda kendi doğasındadır; yaptığı eyleme içkindir; yani herkes sapkın olamaz; siz sapkın değilsiniz!… Ve devamı belki de şu örtük önermeyle gelir: Müsterih olunuz; kendileriyle ilgileniyoruz!
Amerikan sosyolojisinin yaşayan devlerinden Becker ise, elinizdeki kitapta meseleye ilişkin oldukça zihin açıcı, tamamıyla alışılmış olanın dışında, farklı bir perspektif sunuyor. “Hayır” diyor Becker ve ekliyor: Bir “sapkın”ı anlamak için en az ‘sapkın’ olarak etiketlenen kadar, ona “sapkın diyen”e, “meşru bir sapkın tanımı dayatan”a ve “sapkını kapatan”a da bakmak icap eder. Ve bizi 1950’lerin sonlarının Chicago’sunun caz dünyasına, gece hayatına, arka sokaklarına götürüyor Becker; esrarkeşleri, eşcinselleri, fahişeleri, müzisyenleri, muhtelif türden pek çok sapkını “kadınlı erkekli” karşımıza dikiyor. Son sayfayı çevirdiğinizde ise, kitap sizi şu hissiyatla baş başa bırakıyor: Evet, siz de sayın okuyucu, en normal ve konvansiyonel hâlinizle siz de beyefendi, siz de hanımefendi; sizler de bir gün “sapkın” damgası yiyebilirsiniz. Haricîler, o kadar da uzağınızda olmayabilir; size sizin kadar yakınlardır belki de…
9.
Modernite, Çoğulculuk ve Anlam Krizi – P. L. Berger ve T. Luckmann
Ortak deneyim, davranış ve değer kalıplarının da içinde yoğrulduğu kapsamlı anlam bütünlüklerinin muhafazası ve aktarılması, tüm “modern-öncesi” toplumların birincil kurumlarının en temel işlevlerinden biri olmuştur. Bu durum, “modernite”nin tesisiyle sonuçlanan dönemden itibaren değişmiş; başta din olmak üzere bütünlükçü anlam kalıpları zayıflamış ve hatta çöküntüye uğramış ve devamında da büyük çaplı bir anlam krizi meydana gelmiştir. Günümüzün önde gelen sosyologlarından Berger ve Luckmann, bu anlam krizinin önüne geçebilmek için, “aracı kurumlar” adını verdikleri kurumların modern dönemde yeniden tesis edilmesi gerektiğini öne sürüyorlar. Yazarlara göre bu kurumlar, bireylerin öznel deneyim ve eylem kalıplarının toplumsal mutabakata aktarılmasını sağlamakla kalmayacak, aynı zamanda onların modern dünyada kendilerini tamamen yabancı gibi hissetmelerini engelleyecek olan anlam “sabitlemelerini” de teminat altına alacaktır. Ancak o vakit, kriz içerisindeki “modernite”nin tahribatından ya da tehditlerinden bireyin kimliğini kurtarmak ve toplumun özneler-arası uyumunu sağlamak mümkün olacaktır.
10.
Twitter – Selva Ersöz Karakulakoğlu ve Özge Uğurlu
İletişim çalışmalarına son on yılda damgasını vuran dijitalleşme konusu, önemi artarak alanı şekillendirmeye devam ediyor. Teknolojik gelişmeler ışığında dijitalleşen iletişim de tek boyutlu düzeyini çoktan terk etmiş durumda. Dijitalleşmenin sonuçlarını sosyal, kültürel, ekonomik ve teknolojik pek çok farklı alanda yaşarken; gündelik hayatlarımızı, siyasete katılım biçimimizi, algı biçimimizi de yeniden kurguluyoruz. Bu kurgulamalar ekseninde dijitalleşen iletişim ortamları mevcut araştırmalar ve farklı bakış açılarıyla ele alınıyor. Bir taraftan alanın kendi dinamikleri sürekli değişen ve dönüşen bir karakter sergilerken, diğer taraftan bu değişim ve dönüşüm bu alanda çalışan araştırmacılar için yeni fırsatlar sunuyor.
Bu kitap hem konuyla ilgili kavramsal bir zemin oluşturması hem de var olan yeni medya ve sosyal medya araştırmalarından farklı olarak Twitter ana çatısı altında birçok konunun bu mecra üzerinden değerlendirilmesi bakımından bir ilktir. Elinizde tuttuğunuz bu yeni eserde alanında uzman akademisyenler Twitter farklı başlıklar altında incelemektedir.
Listeyi her kim hazırlamışsa 1.Heretik yayınlarının reklamını yapmış 2.Oldukça taraflı bir liste olmuş. Sosyal bilimler denilince aklına sadece sosyoloji gelmiş belli ki. Bunlardan önce yığınla adam var. Bourdieu’yu severim ama daha dünkü çocuk.