Yaşar Kemal, 28 Şubat 2015’te direne direne ölümünün ardından değişik yönleriyle tanıtıldı. Romancılığı, hikâyeciliği, şairliği, gazeteciliği, doğaya olan tutkunluğu, insana olan aşkı, neşeli kişiliği onu tanıyanlar tarafından anlatıldı. Ancak bir Marksist ve bir sosyalist siyasetçi oluşuna pek az değinildi.[1] Oysa bu yönleri, yaşamı boyunca diğer tüm nitelikleriyle kopmaz bir bütün oluşturmuştu. Edebî eserlerinde Marksistliğini, Marksistliğinde edebî üslubunu, sosyalist siyasetçiliğinde gazeteciliğini, röportajcılığında sosyalist militanlığını, doğaya olan tutkunluğunda sermaye karşıtlığını, insana olan aşkında emeği en yüce değer olarak görüşünü, neşesinde halkının çilekeşliğini, öfkesinde çilekeş halkının neşesini görmek mümkündü.
Yaşar Kemal, Alain Bosquet ile görüşmelerinde, ölümünün ardından görmezden gelinen Marksistliğini şöyle açıklamıştı:
“Ben bir sosyalist militanım ve Marksistim. Bunu en geniş anlamda söylüyorum. Militanım derken, kendimi hiçbir zaman dar kalıpların içine hapsetmedim. Bunu insanın, her yönüyle yüzde yüz bağımsızlığı olarak anladım. Bunu böyle anlarken Marksizmin kurallarını özümsediğimi sanıyorum. … Marksizm bana dünyaya bakmak için en aydınlık kapı oldu. Yaşamım boyunca bu düşünceyi yaşamla ölçtüm, yanıldığını görmedim.”[2]
Sosyalist siyasetçiliğini ise şu sözlerle dile getirmişti:
“… sekiz yıl ben Türkiye İşçi Partisinin yöneticilerinden birisiydim. Sonra kapatılan, Büyük Millet Meclisine 15 milletvekili sokan bu partinin Merkez Yürütme Kurulu üyeliğini ve Propaganda Komitesi Başkanlığını da yaptım. Bu partide çalışmak zorundaydım. Bu parti sekiz yıl ayakta kalabilmiş, bir milyona yakın oy almış bir partiydi. Bu partinin kuruluşunda katkım olmalı, neyim varsa bunun için harcamalıydım. Geleneksel faşizmi kırmakta halkıma yardım etmeliydim.”[3]
Halkın diliyle söylemeyi bilen sosyalist bir siyasetçi olarak Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) 1965 seçimlerindeki “Kısa Çöp Uzun Çöpten Hakkını Alacak”, “Kula Kulluk Yetsin Artık” gibi unutulmaz sloganları TİP Propaganda Komitesi Başkanı Yaşar Kemal’in buluşlarıydı.[4] TİP, 1965 seçimlerinde devlet radyosundan propaganda yapma, yani halka herkesin duyabileceği bir yerden seslenme imkânına kavuşmuş, Genel Başkan Mehmet Ali Aybar’dan sonra TİP adına ikinci konuşmayı Yaşar Kemal yapmıştı. 26 Eylül 1965 tarihli bu konuşma, Yaşar Kemal’in edebiyatçı, gazeteci, Marksist ve sosyalist siyasetçi yönlerinin kaynaşıklığının bariz ve güzel bir göstergesiydi. TİP’in yayınevi olan Sosyal Adalet Yayınları, diğerlerinin yanısıra Yaşar Kemal’in o konuşmasını da Yaşasın Emekçiler Yaşasın Türkiye adlı kitapta yayımlamıştı. O konuşma, tamı tamına şöyleydi:[5]
İşçiler, köylüler, subaylar, memurlar ve bilcümle emekçi Türk halkı, göznurundan, alınterinden başka bir güvençleri, bir dayanakları olmayanlar sözüm sizedir.
Bizler ki emekçileriz yıl on iki ay ayazda kışta, gece gündüz demeden tezgâh başında, fabrikalarda, tarlada takımda, dağda bayırda yalınayak, başıkabak çalışıp üretenleriz.
Bütün mahsulleri, yiyecekleri, giyecekleri, bizler üretiriz. Fabrikaları, makinaları bizler yaparız. Şu dünyada insan eliyle yapılmış ne görüyorsanız, bizim nasırlı ellerimizin eseridir. Şu dünyada ne varsa bizim alınterimiz, göznurumuzdur. Bu güzel ellerin, nasırlı ellerin yarattığı mahsuller ve fabrika ve toprak ve su mahsulleri hepimize yetecek kadardır bu dünyada… Öyleyse neden birimiz tok da hepimiz yoksuluz.
Ben size buradan ilân ediyorum ki, cümle kötülüklerin bir tek sebebi var. O da şu sömürücüler. Yani çalışmayanlar, yani ellerini ılıkdan soğuğa vurmayanlar, yani yan gelip yatanlar. İşte suyun başını bunlar tutmuşlar.
Bir yanda çalışmadan milyon vuranlar bunlar. Bir yanda çalışıp da nan ekmeğe muhtaç olanlar, emekçiler.
İşte kahrolası, işte yerin dibine geçesi bir düzen. Düzen değil düzensizlik. İşte bu düzen sömürücülük düzeni nerede varsa mümkünü yok orada rahatlık, orada mutluluk olmaz.
Emekçiler, kardeşlerim, çağımızda bu sömürücülük düzeni insanlığa aykırıdır. Bizim anayasamıza da aykırıdır, bunu böyle bilesiniz.
Dev sülükler tarafından emekçilerimiz sömürülüyor. Avrupalı ve Amerikalı şirketlerle bu dev sülükler ortak olmuşlar, bizi sağ bire sağ ediyorlar.
Bu yüzden memleket batıyormuş, varsın batsın onlara ne. Onların İsviçre bankalarında paraları var. Onların ecnebi diyarlarında köşkleri, sarayları var. Onların bu memlekete yaptıkları kötülük, yaptıkları zulüm anlatmakla biter mi ki? Yurdumuz bunların sayesinde bağımsızlığını yitirdi. Koca Türk milletini yarı esir durumuna düşürdüler. Petrolümüzü yabancılara, onlarla ortak olup peşkeş çektiler. Madenlerimizi peşkeş çekiyorlar.
Yer altı, yer üstü servetlerimizi nasıl sömürüyorlar, tarifsiz. Elin zenginleri başka milletleri soyup yurtlarına taşımışlar, memleketlerini zengin eylemişler. Ya bizimkiler ne yapıyorlar… Bizim fakir fıkaramızı , bizim yirmi dokuz buçuk milyonumuzu, Amerikalı, Avrupalı şirketlerle birlik olup soyup soğana çeviriyorlar. Yukarıda da söyledim. Bin kere de söylerim, işte böylece paramız servetimiz yabancı ellere ak babam ak ediyor.
Yüreğinde azıcık insanlık olan, Amerikalı, Avrupalı şirketlerle birlik olup kendi kardeşlerini soyar mı?
Ama bu büyük soygunları sayesinde dev sülüklerimiz dünyanın en rahat hayatını yaşıyorlar. Sofralarında kuş sütü bile var kuş sütü…
Ya halkımız? Buradan söylemeye hacet yok. Siz kendinizi herkesten daha iyi biliyorsunuz.
Bu dev sülüklerin yanında bir de toprak ağaları var. Büyük meselemiz toprak meselesi.
Bu her karışında beş, on, on beş şehit kanı olan toprak kimin? Bu topraklarda herkesin hakkı yok mu?
Yoook, bu topraklar yalnız ve yalnız ağaların. Bu topraklar onu ekip biçenlerin değil. Bu topraklar, o topraklarla hiç bir ilişiği olmayanların. Ağaların.
Ben bir gazeteciyim. Yurdumu karış karış, köy köy, kasaba kasaba on dört yıl dolaştım. İçime ağı doldu. Dertli oldum. Topraksız ve toprağı az köylü gördüm. Ve toprağından sürülmüş çiftçi gördüm. Ve yer altında binlerce köy, mağaralarda yüzlerce insan gördüm. Yüreğimden kan gitti. “Aşk ağlatır, dert söyletir” derler. İşte beni burada ağı yemiş gibi konuşturan bu dertlerdir. Diyarbakır düzlüğünün ortasında bir koca Ömer gördüm. Büyük bir çaresizlik içinde toprağa kapanmış yatıyordu.
Çadırdaki insanlar:
“Kalk Ömer kalk”, dediler, “Misafir geldi”.
Zar zor Koca Ömer kalktı. Yüzünü gördüm. Keşke görmeseydim. Dünyanın bütün acısı bu yüze birikmişti. Ak sakalları göz yaşlarından ıslanmış, çamur içindeydi.
Karşıma geldi. Hem ağlıyor hem söylüyordu: Hayatımda Koca Ömer karşısında utandığım kadar hiç bir insan karşısında utanmadım. Böylesine yerin dibine geçmedim.
“Ağa beni toprağımdan attı” diyordu. “Babam, dedem, dedemin dedesi, hepsi bu toprakları sürüp ekmişlerdi. Ağa etme dedim, tutma dedim, yüreğini taş eyledi. Ben de başka ağaya gittim. Bir yıl onun yanında çalıştım. O da traktör aldı. Bana muhtaçlığı kalmadı. Oradan da kovuldum. Sonra üç yıl kapı kapı aç bi-ilâç dolaştım. Her yerdan kovdular. Ben de geldim bu yazının ortasına çadırı kurdum. Ekmek de kalmadı. Açlıktan, ölümden korkmuyorum. Ölüm Allahın emri, açlığı da çok gördük. Çocuklarımdan utanıyorum. Utancımdan yüzlerine bakamıyorum. Bir lokma ekmek veremediklerim, onlardan çok utanıyorum.”
İşte böylece belalı işler gördüm Anadoluda. Saymakla biter mi ki? Bütün bunlar neden böyle oluyor? Çünkü hükümet zenginlerin, ağaların elinde. İdare onlarda.
Türkiye İşçi Partisini bütün Türkiyede işçiler ve köylüler kurdular, tam elli bir vilâyette. İlk olaraktır ki, fakir fukaraya bir gün doğdu.
Türkiye İşçi Partisini kuranlar, onu kanlarını satarak kurdular. Ceketlerini satarak kurdular. Üniversite talebeleri Türkiye İşçi Partisine para kazanmak için hâlâ inşaatlarda çalışıyorlar.
Zenginlerin partileri, seçime girecek kendi partilerine milyonlarca lira dağıttılar. Yalnız Türkiye İşçi Partisine, senin partine, çalışanların partisine, senin parandan bir kuruş bile vermediler.
Eyyy milletim bunlar senin partini de senin gibi yoksul bıraktılar. Böylece elini kolunu bağlamak istediler. Ama sen varsın karşılarında dağ gibi, sen varsın. Nasırlı ellerin, alın terin sağ olsun. Paramız pulumuz olmasa da işte dim dik karşılarındayız.
Biliyorum, seçimlerden bıktınız. Sizi çok kandırdılar. Yalanlarından dolanlarından bıktınız. Duydum ki çoğunuz sandık başına gitmiyecekmişsiniz. Hayır bunu yapmayacaksınız. Bu sefer sandık başına mutlaka geleceksiniz.
Hakkı yenen yoksulların, tüyü bitmedik yetimlerin, topraksız köylünün, sömürülen işçinin hatırı için sandık başına geleceksiniz.
Ezilmişin, hor görülmüşün, adam yerine konmamışın hatırı için, şu zenginler eliyle talan edilmiş, viraneye çevrilmiş, bağımsızlığını yitirmiş güzel memleketinin, büyük milletinin hatırı için geleceksin. Kurtuluş savaşındaki gibi, yurdumuzu bu sefer de kurtaracağız. Bu sefer kanla ateşle değil, bir tek oy ile… Bu bir bakıma en kolay kurtuluştur. Bir bakıma da en zor. Yalanlarla uyutulan halkımızı uyandırmak belki biraz zor olacak. Emekçiler, kardeşlerim en büyük ödev bize düşüyor.
Onların bin yalanlarına karşı bizim bir gerçeğimiz halkımıza ulaşırsa halkımız uyanacaktır. Her birimiz bir şahin gibi halkımızın arasına uçmalı, derdimizi onlara anlatmalıyız.
Yeni bir gün doğuyor, yeni bir gün doğuyor…
İŞÇİ PARTİSİ İLE EL ELE… EL ELE… EL ELE… EL ELE…[6]
[1] Sungur Savran’ın “Dört Yürekli Dev” başlıklı müstesna yazısı bu konuda bir istisna teşkil eder:http://gercekgazetesi.net/kultur-sanat/dort-yurekli-dev
[2] Yaşar Kemal, Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor (Alain Bosquet ile Görüşmeler) (İstanbul: Görsel, 1994), 137-138.
[3] A.g.e., 155.
[4] Bu Komitede, Yaşar Kemal’in yardımcısı şair İsmet Özel’di.
[5] Serda Ateşer, “1998’de Emirgan’da yapılan canlı prova kaydıyla, çok yakında kaybettiğimiz Yaşar Kemal’in 1965 TRT’de yayınlanan seçim konuşmasının mixi”ni youtube’da yayımladı (https://www.youtube.com/watch?v=cahJlYSE_nc). Ancak bu, Yaşar Kemal’in 1965’teki konuşması değildir. 5 Haziran 1966’daki senato seçimleri ya da 12 Ekim 1969’daki genel seçimlerindeki konuşması olabilir.
[6] Türkiye İşçi Partisi, Yaşasın Emekçiler, Yaşasın Türkiye (Ankara: Sosyal Adalet, 1965), 17-21.
Tartışı-Yorum / Gökhan Atılgan
Kaynak: İlef.blog