Yapmak isteyip de yapamayacağımız şeylerle doldu taştı dünya. İzlenecek tonla film, dizi, okunacak kitap, gidilecek, görülecek, gezilecek yerler ve ortalama 70 yıl ömür var heybemizde. Hepsini de bu zaman dilimine sığdırma telaşı…
Kimse yaşadığımız mevsimin, günlerin ve gecelerin yaşamın kendisi olduğundan söz etmiyor bize. Belirtilen bir öğretiye hazırlanıyoruz her an. Almanca, İngilizce, Latince, Goethe, Schiller, Rus- Alman Savaşları, Karlofça- Pasarofça Antlaşmaları, Fen Bilimleri, sayıların kökenleri, köklerin kareleri, tüm dünya ülkeleri. Tüm dünya ülkelerinin savaşları. Nasıl yurttaş olunabileceği. Askerlik görevleri. Savunma. Müslümanlığın koşulları. Faust’un özü. Bulutların oluşması…
Bütün öğrendiklerimi unutmak istiyorum. Bizi bıraksalar, ben onun dizlerine yatsam. İçgüdülerimizle gövdelerimizi tanısak. Birbirimizi sevsek. Doğanın geliştireceği sevgi içinde büyüsek, ana karnındaki çocuk gibi…
Anlatamayacağım…
Bu insanlar, Guguk Kuşu filmini de, Napolyon’un Yaşam Öyküsü filmini de, limana yanaşan beyaz bir yolcu gemisini de, vitrindeki yeni sonbahar giysilerini de aynı gözlerle izleyebiliyorlarsa, elimden ne gelir?1
Çin menşeli kalpler. Herkes birbirinin eski sevgilisi. Herkesin birbirinde birini unutma ve eskitme çabası…
Tüketim çılgınlığı…
Pamuk ipliğine bağlı sebeplerle biten arkadaşlıklar…
Issız adamlar…
Elektronik cihazlara olan bağımlılık…
Bana dokunmayan yılan bin değil, on bin yıl yaşasıncılık…
Tepesine vur ekmeğini al, gene de sesini çıkarmayan ezik toplum…
Âşık olamamak. Hızla çoğalan one night stand geceleri…
Uç kesimlerde yaşayan insan tipleri…
Maaşı bankalar arasında bölüştürmek için çalışan; beyaz, mavi, pembe bilumum renkli yakalı çalışan…
1 haftalık tatil için 12 ay çalışmanın mantıksızlığı…
Kafanın üstünde sürekli bir soru işareti ile gezmek…
Vücudun 3/1 suysa geri kalanı depresyon…
Birbirine hava atmak için alınan gereksiz mobilyalar…
Çiçeklerle, otla, böcekle konuşmaya başlamak
İnsandan çok eşyaya değer verme…
Sokaktaki vahşi ortamdan korumak amaçlı eve hapsettiğimiz, zorla evcilleştirdiğimiz hayvanlar…
Özgürlüğü çok yanlış anlamış popüler kültürün eşiğinde can çekişen paragöz kızlar…
Trafik… Uzun süren kırmızı ışıklar, kısa süren yeşil ışıklar…
Kendine büyük önem atfetme…
Evliliği kurtarmak için yapılan çocuk…
Bitmek bilmeyen kas ve eklem ağrıları…
Klima ve ışıktan doğan ofis savaşları…
Sorgulamayan ve üretmeyen, hazıra konan insan modeli…
AVM… Fast Food…
Asgarisi ödenmiş kredi kartı ve her ay diğer aya ötelenen borcu…
Bedava dağıtıldığını düşündüğüm gri ve yeşil renkli eşofmanla dolaşan genç kabileler ve ilginç saçları…
Hak, hukuk, adalet kavramlarının deforme olması…
Özkültürünü unutma ve her yeni çıkan akıma uyma gereksinimi, uymazsa dışlanma korkusu…
Her toplumsal olayda ülkeyi, her şeyi bırakıp kaçma isteği…
Kendini kendinden başka herkese beğendirme arzusu ve büyük çekişme… (Altında yatan amaç seks tabusu ve açlık. Kabul edemediğimiz ilkellik duygusu.)
Her nerede değilsek orada mutlu olacakmışız hissi…2
Sonrasında da; “Nereye gitmek istiyorum ki? Nereye gidebilirim ki? Sürekli gitmek istemek de, bir yerde, hiçbir yerde olmak istemek değil mi?”3 hissi…
Asla bitmek tükenmek bilmeyen, sonu gelmeyen egolar ve sonucunda kocaman bir yalnızlık…
Neden eski zamanlarda yaşamak istiyoruz?
Çünkü eski zamanlarda her şeyin değerli olduğunu düşünüyoruz. Sebep?
Bilinmezlik…
Eskiden her şeyi bilmiyorduk. Her şeyi yarım yamalak değil, bir şeyi biliyor, iyi biliyorduk. Konunun uzmanıydık, zalimi değil… Gizemliydik. Çok iletişim halinde değildik. Şu an beklemenin ne demek olduğunu bilmiyoruz. Birmektup gönderdiğimiz de; aylarca mektubun ne zaman geleceğini, içinde ne yazdığını, o bekleme sürecini, heyecanını, geldi mi gelecek mi tedirginliğini, postada mı kayboldu endişesini yaşardık.
Sevdiğin kızla/erkekle buluşmak için çeşme başları buluşma yeriyken, şimdi ne çeşme kaldı ne de o köy… Ofislerdeki sebil başında insanlar birbirinin yüzüne bile bakmıyorken, şimdiki buluşma yerleri kapitalist iktidarların sevdiği adamlarının isimlerinin verildiği meydanlar oluyor.
Eskiden buluşmak için verilen saat diliminde orada olunurdu. Söz önemliydi. Şimdiki gibi beş dakikada bir;“Geldin mi?”, “Neredesin?”, “Hâlâ gelemedin mi?” of pof, afra tafra sıkıntılarına girilmiyordu. Gelmezse, gerçekten önemli bir işi çıkmıştı, “Yoksa gelmemezlik yapmaz!” düşüncesi vardı. Oysaki şimdiki zamanda öyle mi?
Eğer gelmemişse “Kesin bir şey var”dır. Neden gelmediğinin sebeplerinden, birbirinden haince düşüncelerle beş bölümlük korku-dram dizisi çekilebilir. O zamanlar aşk, haber alınamadığında “Başına kötü bir şey mi geldi?” diye düşünmekti. Garantici ruhlarımız heyecan, tedirginlik, endişe nedir bilmeden, bekleme duygularından yoksun;mekanik bir şekilde dolaşıyor, çarpık kentleşmiş, yeşilden yoksun bu şehirlerde.
Huzursuzluğun Kitabı’nda şöyle yazıyor:
Bu yüzleri, bu alışkanlıkları, bu günleri görmek istemiyorum artık. Başka biri olmalı. Hücrelerime sinmiş bu rol yapma saplantısının yorgunluğunu atmalıyım. Uyku huzurla değil, hayatla çöksün üstüme. Deniz kenarında bir kulübe, hatta dağların sarp eteklerinde bir mağara yeter bana. Ne yazık ki istemekle olmuyor.
Kölelik bu hayatın yasasıdır; başka bir kural da yoktur zaten, çünkü isyan etmenin de, kaçmanın da mümkün olmadığı, kayıtsız şartsız boyun eğilen yasa budur. Kimileri köle doğar, kimileri sonradan olur, kimileri ise köleleştirilir. Özgürlüğe olan korkakça sevgimiz (ansızın özgür kalsak, bu sefer de yeni bir şey olduğu için yadırgar, hemen kaçardık özgürlükten) köleliğin üzerimizdeki ağırlığını açıkça gösteriyor.
Beni ele alalım; her şeydeki, yani kendimdeki tekdüzelikten kurtulmak uğruna bir kulübeye ya da mağaraya kaçmaya hazırım; ama kendi varlığımın bir özelliği olan tekdüzeliği gittiğim her yere taşıyacağımı bile bile, o kulübeye gitmeli miyim acaba? Varolduğum yerde, varolduğum için göğsüm sıkışırken ve bu hastalığın etrafımı saran şeylerden değil, ciğerlerimden kaynaklandığını bilirken, daha rahat nefes alabileceğim bir yer bulabilir miyim?
Genel olarak bulamıyoruz ve bulamadığımız içinde bedenlerimize toplumun istediği kişilikleri monte edip, kiralık ruhlarla dolanıyoruz, birbirimize çarpa çarpa…
Modern hayatlar, suni mutluluklar
Birbirinden bağımsız, gündüz ve gece hayatımız oluyor. Bildiğin maskeli balo ve günün belirli saatlerine uygun, sahte yüzlerini takınarak geçirdiğimiz mevsimlerimiz var.
Mesela, kahve içmeden ayılamadığını savunan (ki gerçekte tadından pek mutlu olmayan ve buna yarım bırakılan kahve bardakları en büyük şahitken), öğlen yediği salatasının ne kadar pahalı olduğuyla kendi ederini karşılaştıran,elit olduğunu sanan beyaz yakalı; tüm parasını verdiği ama daha adını söylemeyi başaramadığı alengirli kahvesi ve bilmem ne soslu salatasından ötürü, akşam evinde dünden kalmış makarnasına talim edeceğini bile bile modern hayata uyum gösteriyor, suni olarak mutlu oluyor.
Gelelim diğer renk yakalı arkadaşımıza…
Asgari ücretle çalışan ama maaşının boyunu üç kat aşan ve taksitle alınmış son model cep telefonuyla, İnstagram’da çay fotoğrafı yayınlayarak, altına bir de Cemal Süreya şiiri döşemekten geri kalmayan mavi yakalının durumu beyaz yakalıdan bir tık aşağıda, ama aynı acizlikte. Pülümürlü Cemal Süreya bileydi şiirlerinin böyle harcanacağını, eminim yazmazdı.
Neyse işte, sevgili beyaz ve mavi yakalı kardeşlerim; ikiniz de yalnızlıktan kusuyorsunuz biliyorum.
Nereden mi biliyorum? Biliyorum işte, karıştırmayın.
Ne büyük yalnızlık içerisinde olduğumuzu bilmemize rağmen, bu dayatılan teknolojik moda ve kendimizle baş başa kalmamamız için yapılan büyük sosyal deneyde, zenci fare deneği olmaktan kaçınamıyoruz. Bin bir türlü teste tabiyiz. Bu durumdan rahatsız olsak bile başka bir çaremiz olmadığını düşünüyoruz.
Eğer kendimizle baş başa kalırsak ne kadar küçük olduğumuzu görmekten korkuyoruz. Korkularımızla, utançlarımızla, pişmanlıklarımızla yüz yüze gelmek mutlu etmiyor. Modern insan rahat etmek ister. Bıkkınlık veren kahve, çay, mavi, şiir, fotoğraf ve mekân check-in‘leriyle yüzeysel olarak mutlu olmak ne kadar işimize geliyorsa demek…
Peki, onlar işimize geliyor da, biz nereden geliyoruz?
Biz; ayrı ayrı bitişik evlerde izole olmaktan, beton varoş şehirlerden, hapishane hücrelerinden, yetimhanelerden ve özel ünitelerden, medyanın beyin yıkamasından, tüketicilikten, bedeni cezadan, şiddeti reddeden ideolojiden, depresyondan, hastalıktan, rezaletten, utançtan, insanların alçalmasından, emperyalizm tarafından sömürülen bütün bir halktan geliyoruz… Klişedir, balık hafızalı milletiz vesselam.4
Geldiğimiz yerleri unutup, gitmek istemediğimiz yerlerde mahsur kalıyoruz. Mahsur kaldığımız bu yeni dünyada,sensörlü sifonlar, orasını burasını kurcalayıp, sarsıp akıtmaya çalıştığımız afili musluklar, apartman lambasının bile fark etmediği biz silik insanlar var.
Bu konuyla ilgili acı bir anım var:
Devrimci bir abim vardı,“dı” diyorum çünkü artık yok! Yaklaşık 10 yıl cezaevinde kaldı. Suçu malumunuz,düşünmek! 10 yıl sonra özgürlüğüne kavuşan abim ve arkadaşları dışarıya yemek yemeye gitmişler. Gördüğü işkenceler ve yıllar yılı kapalı bir alanda kalmanın vermiş olduğu etkiyle, tek başına yürümekte zorlanan abim lavaboya gitmiş ellerini yıkamaya. Ellerini yıkayacakmış ama musluk akmıyormuş. Musluğun düğmesi, başlığı, hiçbir şeyi yok. Hani şu, elini sensöre tuttuğunda akan musluklardan. Ama anlayamıyor. Utanıyor sormaya. Ellerini yıkamadan geri dönüp oturuyor yerine. “Soramadım” diyor. “Okumadığın kitap kalmadı bunu mu bilmiyorsun?” diye sorarlar diye, “Kitaplar da yazmıyor ki, ne bileyim yavrum, utandım sormaya.” demişti anlatırken. “Ben içerdeyken ne kadar çok şey değişmiş. İnsanlar değişmiş, musluklar bile değişmiş” dedi.
İçime bir şey oturdu o akşam, ben de tek başıma yürüyememiştim o ağırlıkla. Abim bir yıl sonra kalp krizi geçirip vefat etti. Ne zaman bir yerde afili musluk görsem sinirleniyorum ve küfrediyorum.
Mehmet Pişkin mesela… “Yaşayacağım bir şey kalmadı”diyerek yaşamına kendi eliyle son veren bir insan.
Mehtap Zengin… Cinsel tercihinden dolayı toplum baskısından bunalıp, intihar eden trans bir birey.
Yoz bir toplum düzeninde yaşamaktan usanıp yaşamlarına son verenlere, üstlerine gaz döküp kendini yakanlara hasta gözüyle bakıyoruz. Onları ruh hastası saymakla, insanın insanca yaşamak hakkına, insan olarak yaşayamıyorsa yaşamı dışlama kararına tepeden bakıyoruz. İnsan yaşadığı toplumdan utanç duyduğu için pekâlâ canına kıyabilir, inanıyorum buna.
Böyle önemli bir kararın arifesinde, benzer kararlardaki bocalamalara da yer yoktur üstelik. Kaldırım kirlense de olur, banyo kanlansa da, çocuklar korksa da, dostlar üzülse de. Bu tür incelikler ve kaygılar çok geride kalmıştır.
Bizleri perişan eden, elimizi kolumuzu bağlayan; büyük kavgalara biriktirmemiz gereken öfkeyi ve gücü, günlük yaşam içinde ucu ucuna harcamak zorunda kalışımız. Sürekli aldatılma, yanıltılma; neyi, nasıl ve ne uğrunda harcadığımızı bilmemenin belirsizliği…5
Copy-paste hayatlar yaşadığımız
İşte bizim modern zaman dilimimizin içinde; cenkler, ayinler, kesik damarlar, kapıları yumruklayışlar, Cipralex’ler,Turgutlar, Edipler, Sezailer, siyahlar, beyazlar, uykusuzluklar, bitmeyen baş ağrıları, bildirilerin öfkesi, duvarlara uzun dalmışlıklar var. Yorgun gözler ve içinde bekleyişler, bekleyişler, bekleyişler var.6
Albert Camus, Jean Paul Sartre ve Bukowski’nin; varlık ile yokluk, yaşamın anlamı ve anlamsızlığıyla ilgili yazdığı her paragrafı kendi hayatımıza copy ederek, başkalarının yazdığı cümleleri hayatımıza paste yapıyoruz. “İşte bu, aynen böyle be!” diyerek doğmamış cümlelerimizi öldürüyoruz. Cümle kurmadan aile kuruyoruz.
Mahsur kaldığımız bu yeni dünyada, sensörlü sifonlar, orasını burasını kurcalayıp, sarsıp akıtmaya çalıştığımız afili musluklar, apartman lambasının bile fark etmediği biz silik insanlar var.
İnsanın doğal yapısı bu davranışların tümüne aykırı. Bizim insanlarımızın insan sevmesi, insan okşaması çocukluktan engelleniyor.7 Saptırılıyor, çarpıtılıyor. Neden, neden, neden diyerek, başımızın üstünde bir çizgi film karakteri gibi kocaman bir soru işaretiyle geziyoruz.
Modern hayatın bir başka getirisi de seçimsizlik ve birçok alternatif. İkisi arasında sıkışan insanoğlu bocalayıp duruyor. Bir ceylanın öldürülüşünü on farklı belgesel kanalında izleme keyfi(!) olabilir mi? Oluyor…
Manen biten evlilikleri çocuk için yaşatma derneği
İlk 20 yıl çocukluk ve okul, sonraki 10 yıl kariyer, daha sonraki yıllarda evlilik, ev kredisi, altınlarla araba alma,çocuk doğurmak, çocuğun okul masrafları, emeklilik ikramiyesi ile yazlık alma vs. Ha bir de bunların dışında“manen biten evliliklerini çevresindekiler için yaşatma derneği” üyeleri olan çiftler son çare çocuk yapıyorlar. Bu damodernitenin son golü evliliklere. Kimi zaman “İyi ki yapmışım” denilen çocuk, kimi zaman ayak bağı ve baş belası olarak nitelendirilebiliyor.
Çocuk için katlanılan, devam edilen ilişkiler, birbirini aldatan çiftler, aldattıkları üçüncü kişinin hayatını karartan zincirleme yasak sevgiler…
Modern hayatın getirdiği evlilik tam olarak bu. İhtiyaçlar için çocuk dünyaya getirmek yanlış bir şey, yalnızlığını hafifletmek için çocuğu kullanmak yanlış, insanın kendisine benzer bir kopya çıkarmayı kendine amaç edinmesi yanlış. Tohumlarını geleceğe doğru kusarak ölümsüzlüğü araması da yanlış, sanki spermler bilincini taşırmış gibi!8Daha korkuncu ne biliyor musunuz? Taşıdığını düşünüyorlar
Aynı mağazadan, aynı berberden çıkmış aynı suretli insanlar nerede türüyor diye soruyor musunuz hiç? Sormaktan öte, zaman zaman onlardan biri olduğumuzun farkında mısınız? Süratle tektipleşen giyim stili. O ayın rengi ve modası olan giysinin sahtesi ve orijinali ile üst-alt tabaka arasında hızla yayılması.
Orijinali çıktığı gün sahtesinin aynı zamanda piyasaya sürülmesi sanırım ülkemize ait üretim hızı! Ya da daha vizyona girmeyen filmin korsanının çıkması gibi. İronik! Bu giyim kuşam konusunda tektipleşmeyi, devlet isteseydi bu kadar başarılı olamazdı sanırım. Farklı bir renkte, farklı bir tarzda giyinen kişiyi değişik bakışlarımızla taciz ettiğimiz, bizden değil baskısını uyguladığımız zamanlar…
Bir de ütopik bir hayal var ki, henüz (ben dahil) kurmayanını görmedim! Lambadan cin çıksa tüm herkes aynı dileği ister. Sevgili cin bu genel hayal karşısında çaresizce düşünür eminim, “Bu kadar insanı hangi sahile sığdıracağım”diye.
Hayal tahmin ettiğiniz üzere; sahilde bahçeli bir ev! Bahçesinde domates ekip biçmek, araba yerine bisiklet kullanmak ve şu an yapılan mesleği bırakmak. Mesleği bırakanlar derneğinin üyelerinin bir kısmı da merkezi bir yerde büfe açma fikrini savunuyorlar sahilcilere karşı. Çatışmalı ve karar verilmesi zor bir fikir tabii.
Milenyumdu, teknoloji çağıydı derken hayatımızın özetini, toplumsal mesajlarımızı, sevgiliye verdiğimiz atarlı giderli tepkilerimizi, mIRC’den sonra MSN denen chat’leşme programının durum iletisi kısmını kullanarak verdik bitirdik. O iletiye göre şekillenen sohbetlerimiz ve ilişkilerimiz, ekle- engelle- sil üçgeninde yitip gitti.
Tabii biz yerimizde dururken, aç teknoloji ilerledi ve bilgisayarları daha da küçülterek ceplerimize kadar yerleştirdi. Hızla yayılan yeşil logolu WhatsApp virüsü girdi hayatımıza, soldan bir şut golüyle. Elindeki telefonun işletim sisteminin adını bilmeyen orta yaşlı kesim bile “Vatzabın var mı?” diyebiliyordu!
Telefonun şarj aleti hepimizi esir almış, haberimiz yok. Telefonumu benden çok şarj aleti kullanıyor! Prizli masada oturmak büyük mutluluk mesela. Mutluluğa bak! Mutluluk çeşidine bak! Prizin değerli olduğu zamanlar! Priz bile şaşırmıştır bu duruma.
Paul Auster bu konuda şöyle diyor:
Modern yaşantımızın gerçeklerinden biri de insanların telefona bir tür kutsallık atfetmeleridir. Sırf telefona yanıt verebilmek için, ateşli bir sevişmeyi ya da ateşli bir kavgayı yarıda kesebilirler. Telefonu açmamak bir tür anarşi, toplumun temel yapısına karşı bir tavır olarak görülür.
Her şeyi aynı anda yapmak istemek ve sonucu: Zamansızlık
Zamanı verimli kullanmak için açılmış tonla kurs, seminer, kurulmuş milyon dolarlık danışman şirketleri, bu şirketler de çalışan spor arabalarıyla gezen yaşam koçları, bize umut, sevgi ve güzellikler dağıtıyorlar cüzi(!) miktarlar karşılığında. Önümüze çarşaf çarşaf kağıtlar sererek, rengârenk gazlı kalemleriyle, janti kıyafetleriyle zihnimizi hipnoz edip, bizi kısa bir hayal turuna çıkarıp, anlık rahatlatıp evimize gönderiyorlar. Kurulu oyuncak gibi. Bir tür alışveriş.
Kendi yok ettiğimiz duyguları geri kazanmak için parayı aracı kullanarak; şu kadar ün yapmış, bu kadar ödül kazanmış psikologlara açlık sınırında olan bir aileyi doyurabilecek seans ücretlerini döküyoruz. Seanslar esnasında gözlüğünün üstünden bakan doktora milletçe şu şekilde şikâyetimizi anlatıyoruz:
Yıllar boyunca herkesin ahlakına göre yaşamayı istedim Doktor! Kendimi herkes gibi yaşamaya, herkese benzemeye zorladım. Kendimi ayrı düşmüş hissettiğim zaman bile, bütünleşmek için böyle davranmak gerektiğini söyledim ama bütün bunların sonunda felaket geldi. Şimdi kalıntılar arasında dolaşıyorum, kuralsızım, tereddütler içindeyim, yalnızım ve bunu kabullenerek, tek oluşuma ve kusurlarıma boyun eğdim. Tüm yaşamımı bir nevi yalan içinde yaşadıktan sonra bir doğru yaratmak zorundayım.9
İlgi duymuyorum Doktor, hiçbir şeye ilgi duymuyorum. Nasıl kaçabileceğime dair hiçbir fikrim yok. Diğerleri yaşamdan tat alıyorlar hiç olmazsa. Benim anlamadığım bir şeyi anlamış gibiler sanki. Bende bireksiklik var belki de, mümkün de. Sık sık aşağılık duygusuna kapılıyorum. Onlardan uzak olmak istiyorum. Gidecek yerim de yok. İntihar? Tanrım, çaba gerektiriyor. Bir beş yıl uyumak istiyorum; ama izin vermezler biliyorum? Ne yapacağım doktor!10
Modern insanın unuttuğu bir diğer şey ise ölüm. Ölümün varlığını ara sıra hatırlasak; ihtiyacımız olmayan şekilde aldığımız her şeyin, lüksün, hırsların eşyaların değersizliğini daha iyi anlayacağız. Ölümü sadece uzaktan bir arkadaş, eş, dost öldüğünde; matem simgesi olarak bilinen siyah gözlük takmayanları dövdükleri cenaze törenlerinde hatırlıyor oluşumuz trajikomik.
Her şeyin boş olduğu sanrısı o törenden sonra konuşuluyor ve konuşulan masada kalan içilmiş boş çay bardaklarıyla birlikte toplanıp dökülüyor ve unutuluyor. Ertesi gün hırslarımızla, kinlerimizle devam ediyoruz yaşamaya kaldığımız yerden. Mezarlıklar, yaşayanlar için notadaki es!
Toplumsal olaylara olan tepkilerimiz de çok ilginç. Bir taraf sokaklara dökülürken, diğer taraf “Bunlar neden sokağa dökülüyor?” diye merak etmiyor bile. Aradaki uçurum fena. Deforme olmuş hak, hukuk, adalet kavramlarının altında eziliyoruz. Adaletin bir gün hepimize lazım olacağını unutuyor sadece kendi yolumuza bakıyoruz. Bir şey olmamış gibi davranmak ve olanları unutmak robotlaştırıyor, rutinleştiriyor, farkına varmıyoruz. Farkına varmadığımız her şey, sonradan ev adresine gelecek ceza niteliğinde.
Yalnız ölü kentlerin ölü doğmuş çocukları
Her sabah nereye gittiğini bilmeden bir işe giden, her akşam nereden çıktığını bilmeden bir işten çıkan, sevmediği hayatı yaşayan, sevmediği işi yapan, sevmediği kişilerle yaşayan, kalabalıklar yüzünden, yaşamaya karşı ne bir sevgi ne de bir sevgisizlik işareti olmadan gelip geçen; her akşam evinin dört duvarı arasına sanki bir mezara girermiş gibi giren, gecelerini bir sıkıntı yorganın altında yaşayan, yalnız ölü kentlerin ölü doğmuş çocuklarıyız! Bize bu ölü yaşamı hazırlayan; sermaye sahibi egemen sınıftır.11 Bu acımasız oyunun varlığı biz izin verdiğimiz sürece devam edecektir. Bir açık hava cezaevinde yaşıyor gibiyiz. Modern Metrisler yaratarak nefes almaya çalışıyoruz.
Büyük kederleri unutturacak büyük mutluluklar bulmak,derin ve keskin acılar yaşamakta olan insanlar için neredeyse imkânsızdır. Taşınması zor bir azabın altında ezilen insanlar, bazen büyük bir mutluluk ihtimali kapılarını çalsa da o kapıyı açacak gücü ve cesareti kendilerinde bulamazlar. Hatta sessizce durup kapılarını çalan bu beklenmedik yolcu gitsin diye beklerler. Kederli insanları yeniden hayata döndürüp yüzlerini gülümsetecek tılsım, küçük, ani ve kısa sevinçlerde gizlidir.12
Temennimiz ne peki?
Tabii ki merkezi yerde bir büfe veya Sayısal’dan çıkacak olan para değil. Şükür ki, parayla mutlu olunamadığını da gördüm; parasızlıkla daha da mutsuz olunacağını da.
Yetecek kadarı, hayatta kalabilecek kadarı…
On tane evin de olsa birinde oturabileceğimizi anladığımız, beş tane arabamız da olsa aynı anda hepsini süremeyeceğimizi algıladığımız, milyarlık telefonlarımıza bir “Özledim” mesajı gelmediğini fark ettiğimiz anda, tüm modern insanlar olarak şunu istediğimize karar verdim:
Öyle büyük şeylerde gözüm yok hiç;
Küçük mutluluklar diliyorum, küçücük…
Bir çocuk saflığında gülüşler,
Islanmış çimenlerin kokusu,
Çimenlerdeki çıplak ayaklar,
Bahçedeki gül ağacı, mis kokulu çiçekler,
Gıcırdayan salıncak,
Çocukken oynadığımız oyunlar tadında sımsıkı sarılışlar,
Ruhumuza dokunan şarkılar,
Akordu bozulmayan bir yaşam bestesi,
Maskelerden arınmış yüzler,
Sımsıcak kahkahalar,
Çatılmayan kaşlar,
Gün doğumları,
Hepsi bu! 13
Kaynak: Gezite.org / @kayipruzgarim
“Özgürlüğü çok yanlış anlamış popüler kültürün eşiğinde can çekişen paragöz kızlar…”
Bu cümle ne anlama geliyor şimdi? neden “kızlar”? neden sadece onlar? aklındaki ya da hayalindeki ideal “kız” modeli ne mesela? bu cümleyi yazan hemcinsim adına, kendim yazmışım gibi utandığım, cinsiyetçi bir cümle. bu sebepten başlı başına karşıyım bu cümleye. ama bir şey daha; “özgürlüğü çok yanlış anlamış…” ne demek? kim karar veriyor buna? buna karar verene “iktidar” analiz edene “düşünür” deniyor. düşünür olmaya da gerek yok. ama buna karar vermenin iktidar barındırdığı kesin. bir de mesela, yazıda bahsettiğin o musluğun değişmesi ve farklı bir teknik ya da teknolojide bir musluğun karşımıza çıkması ya da kullanıyor olmamız, şu an bizi burada bir araya getiren internetin varlığı kadar doğal değil mi? sonuçta ikisi de kapitalizm koşullarında kaydedilen gelişmeler ve farklı alanların ilerleyen ve ilerlemeye devam eden teknolojileri. on yıl sonra tutsaklıktan kurtulan bir devrimcinin ya da tutsağın, internetle ilk karşılaştığında farklı bir tepki vereceğinden emin değilim. yani buradaki musluk meselesi bu hâliyle hiçbir şey anlatmıyor. cümle cümle ya da bölüm bölüm örneklemeye kalksak bitmez. ama bu söylediklerinin hiçbiri yeni söylenen şeyler değil. “mektup” meselesini Cem Yılmaz anlatmıştı mesela. bu senin söylemeni de değersiz kılmaz elbet ama bu kadar uzun yazdıracak bir dert varsa ortada, biraz özgün bir yaklaşım bekliyor insan hâliyle. yazı boyunca uzun uzadıya yapılan sitemlerin sonunda arzulanan şeyin tarifi olan şiir ne anlatıyor allahaşkına? eğer yeterliyse o şiir anlatmaya, sadece onu yazsaydın. her şeyi geçtim, en azından cinsiyetçi cümleler kurmamış olurdun. son olarak; “kişisel” sitemleri genele yayan, “herkes” adına yargılarda bulunan kibirli bir yazı olmuş. tüm bu sitemlere sebep olan olgulara mesela “iktidar” ve kapitalizme yönelik esaslı eleştirilere ve gündelik yaşamdaki “mutsuzluklarımızla” nasıl doğrudan bağlantılı olduklarına dair derinlemesine teşhirlere ihtiyaç yok mu mesela? yoksa hepimiz oturup, birbirimizin iç dökmelerini mi okuyalım?
Mustafa Ergün yazısında “başım çok ağrıyor” demiş, sonunda da kendince bir çare düşünüp “yatıp uyusam geçecek galiba” diye bitirmiş.
gökmenerol’un eleştiri yazısında da; “Başının ne kadar ve nasıl ağrıdığını uzun uzun anlatıyorsun da, niye o ağrının sebebinin migren olduğunu söylemiyorsun?” diye sitem edilmiş.
Sorum şu: Ya şikayetini dile getiren kişi baş ağrısının sebebinin “Çoğunlukla otonom sinir sisteminde görülen birkaç belirtiyle bağlantılı olan tekrarlayıcı orta şiddette ve şiddetli baş ağrısı ile karakterize kronik bir rahatsızlık” olan migrenden kaynaklandığını bilmiyorsa?
Doğduğu günden beri içinde olduğu bir sistemde, belki de ne o sistemi, ne de çözümü olabilecek alternatiflerini ideolojik olarak adlandırmamış birini, şikayetinin bilimsel sebebini dile getirmiyor diye niye eleştiriyoruz ki?
Hele de; içine doğduğun ülke; tek rasyonel seçenek buymuş, alternatifleri ise; ya ölümcül bir günah ya da asla gerçek olamayacak bir masalmış diye sistematik olarak kazıklamışsa!
Hani, “Karar verene “iktidar” analiz edene “düşünür” deniyor” demişsiniz ya; tam da o yüzden cevap verme ihtiyacı duydum işte…
Kendisi iktidar olmayan -yazıdan anladığım kadarıyla buna hevesi de olmayan- bilakis iktidardan şikayetçi olan, ama belki de “düşünür” olmasına engel olacak şekilde, vakti/ enerjisi/ konsantrasyonu bilinçli olarak çalınmış birine bu şekilde eleştiride bulunulmasını son derece yanlış buluyorum.
Kapitalizm mi? Tabii ki…
İktidar mı? Elbette…
Peki tam isabetle teşhisini koyduğunuz bu baş ağrısına ilişkin sizin tedavi öneriniz nedir?
Yani hangi ilacı kullanalım da geçsin?
Siz genellikle ne kullanıyorsunuz mesela? (Büyük ihtimalle sizin başınız da çok şiddetli ağrıyordur.)
Toplumsal olarak genelleme yapmayı hak edecek kadar yaygın olan şikayetleri dile getiren birini “kibirli” bulduğunuza göre, eminim sizin o son şiirdeki gibi semptomatik olmayan, küratif bir tedavi reçeteniz vardır.
O yüzden size ve sizin gibi düşünen herkese klasik iğne ve çuvaldız deneyimini öneriyorum.
Çünkü; “haydi arkadaşlar çok insancıl bir kominal yaşama geçiyoruz, isteyenler gelebilir” dediklerinde, gerçekten her şeyini bırakıp koşarak gelecek durumda olmayan birinin buna rağmen, en azından sistemin gönüllü kölesi olmamış ve bu işte bir yanlışlık olduğunu fark edip bundan şikayetçi olan birine, ideolojik boyutunu gözetmeden halini olduğu gibi anlattı diye çıkışmasını da ben kibirli buluyorum.
Hatta o günah veya masal olarak tanıtılan alternatif ideolojilerin bilinmemesinin ve benimsenememesinin asıl sebebinin tam da bu sol kibri olduğunu düşünüyorum.
Bu ülkede kendince duyarlı insanlara bile; “sen önce git bi Kapitali oku, kapitalizmi öğren de gel” diye diye, insanlar ya anlamını bile bilmek zorunda olmadığı dini kitaplara biat etti, ya da son derece anlaşılabilir ve mevcut sisteme uygun olan “Kavgam”ı okuyup hatmetti.
Sanki Marx’ı anlamak çok kolaymış, okullarımızda hep Bookchinden bahsediyormuş, günlük hayatımızda karşımıza sık sık Emman Goldman ismi çıkıyormuş, akşam haberlerden sonra anarko-komünizmle sosyalizmin farkları tartışılıyormuş gibi…
Bu nedenle üstten ve kaba liberal bir bakışla,sistemden şikayeti olan ama ideolojik anlamda birikimi olmayanları bu şekilde dümdüz eleştirmeyi kabul edemiyorum.
Diğer yandan, “Özgürlüğü çok yanlış anlamış popüler kültürün eşiğinde can çekişen paragöz kızlar…” genellemesi hiç de yanlış değil bence; hatta eksik.
Bu haliyle bile bu genellemeyi hak edecek kadar büyük bir grubu özetleyecek bir tasvir bu.
Eksik, çünkü onlar “popüler kültürün eşiğinde” değil; eşikten atlayalı çok olmuş ve artık nerede olduğunu bile fark edemeyecek kadar o kültürün parçası olmuş kızlar.
Çünkü onlar“can çekişen” değil; ruhunu çoktan sisteme teslim etmiş kızlar.
Ve evet, tüketim ilişkisinin para üzerinden gerçekleştiği bir dünyada onlar gözü paradan başka bir şey görmeyen kızlar.
Herhalde sadece hiç televizyon izlemeyen, ailesi, sosyal çevresi ve iş ortamı hep bilinçli ve aydın insanlardan oluşan biri bu genellemeye itiraz edebilir. (Eğer sizde durum buysa çok kıskandığımı belirtmek isterim)
Cinsiyetçilikle suçlanma pahasına çekinmeden söyleyebilirim ki; cinsiyeti kadın olanlar içinde daha acımasız eleştiriyi hak eden kocaman gruplar var ve bu beğenmediğiniz tanımlama da “kızlar” la ilgili olan gerçekliklerden biri işte…
Yani bilinçli erkekler olarak iğneyi kendinize batırabildiğiniz sürece pozitif ayrımcılık yapacağım diye çuvaldızı kadınlara batırmaktan da çekinmeyin. Çünkü kendilerine yapıştırılan “zayıf” etiketine işine geldiği sürece bizzat yapışan o “ kızlar” cinselliğin karşı taraf üzerindeki gücünü keşfeder keşfetmez iktidarın sahibi olmayacağına göre iktidardakinin sahibi olmayı akıl edecek kadar sinsi bir karaktere evriliyor.
Bakmayın siz bu toplumsal kimliği kabul edip erkeğin kanatları altına sığınmış görüntülerine. Eğer buna zafiyeti olan bir erkek bulurlarsa, gerçekte kimin iktidar olduğunu bile anlamak zorlaşıyor. Al sana köle-efendi diyalektiği! Bunu içselleştirmiş bir toplumdan kapitalizm eleştirisi çıkabiliyorsa çıksın bakalım.
Haydi diyelim ki bu arıza alt sosyal ve ekonomik düzeydeki bir gruba ilişkin olsun.
Üst gruptakilerde de erkeklerin bu durumdan çıkarı olduğu için pek dile getirilmese de başka bir arıza var.
Dışarıda çok özgür, acayip özgün, beter marjinal falan takılıp hormonları “çocuk yap” sinyali verdiğinde karşısına çıkan ilk horoz karşısında içinden köy tavuğu çıkan hemcinslerime genelleme yapacak kadar çok örnek verebilirim.
Al sana sömürü sisteminin kadının “özgür” iradesi ile alttan ve üstten beslenme ortamı.
İşte o eleştirdiğiniz “özgürlüğü yanlış anlama” durumu da burada başlıyor.
En okumuşunun bile gelinlik- alyans görünce gözünün parladığı, “aile” kurma, ailesine yakışır bir kocaya ve güzel/sağlıklı/zeki/eğitimli çocuklara sahip olma, krediyle alınan sıcak yuvasına taksitle alınan güzel eşyalarını yığma, her yaz taksitle en iyi yerde tatil yapma, kredi kartıyla bilimin tüm nimetlerinden yararlanarak en zayıf- en bakımlı-en şık hayaliyle ve yine krediyle alınan arabasıyla gezerek hemcinlerini çatlatma telaşına düştüğünü günde belki bin defa gördüğüm için, artık doğrudan kapitalizmi falan eleştirecek mecalim kalmadı benim.
Ama bu senaryo normal- makul- orta halli bir mutlu kadın tarifiydi.
Bir de tüm bunları evlendiği kişinin çok varlıklı olması nedeniyle peşin parayla sağlayanlar var ki; onlar ultra mutluluk abidesi. Zaten bunun için o “paragöz kızlar” büyüyünce en “aklı kadınlar” olarak kabul görüyor.
Çünkü bu ülkede kadın olarak “mutlu” olmaktan anlaşılan bu. Adına ister sistem deyin ister başka birşey, bireysel tercihler hep bu yönde.
Küçük bir grup bu rüyayı yaşarken çok ama çok büyük bir grup da rüya diye bu senaryoyu görüyor maalesef. O gelinlikler, yüzükler, ev kurmalar, 5 yıl arayla iki çocuk yapıp en iyi koleje yollamalar… vs hep parayla oluyor, ya da o kredileri, kredi kartlarını falan hep bankalardan alıyoruz biliyorsunuz değil mi?
Kurulması için ölümüne çaba sarf edilen, aile dediğimiz şey de bu sistemin bel kemiği zaten, malum.
Para harcanmayan veya ihtiyaçların minimuma indirgendiği bir toplumda kapitalizm mümkün olabilir mi?
Yani hem bu “normal” kadınlık halleri devam edecek, hem de bu insani bunalımların temel kaynağı olarak görülen sistem bir gün gelip değişecek öyle mi?
Gerçekten sizce önce kim başlattı?
Şuursuz ama “normal” kadınlar mı, yoksa bir sabah kalkıp ekonomik sistemi kapitalizm olarak belirleyen devletler mi?
Kim bozduysa o düzeltsin demekte herkes haklı ama, biraz düşününce fail de o kadar net değil galiba.
Gelelim iğneye…
Mustafa Ergün’ün yazısı eksik, evet.
Çünkü fallik dönemden kalma komplekslerini beygir gücü, iç hacmi, ergonomisi, donanımı ile kapatmaya çalıştıkları otomobillerini uzuvları zanneden “oğlanlar”dan hiç bahsetmemiş.
O oğlanların o ikame falluslarını almak için çektikleri kredilere, yukarıdaki tariflere uyan bir “kadın eli” değmesiyle doğan borçlar da eklendiyse, taksitleri ödemek için her gün beyaz ütülü gömlekleri, isilik yapan kravatları, sürekli traş olmaktan derisi incelmiş suratlarıyla nefret ettikleri bir işte çalışmak zorunda kaldıklarını ve bu ortalama erkeğin tam bu sistem için aranan adam olduğunu anlatmaya gerek yok herhalde!
Ayrıca eleştirilen o yazıda, kaç kişiyle cinsel ilişki yaşadığına bağlı olarak özgüvenini inşa eden bir erkek prototipinden de bahsedilse iyi olurmuş bence.
Hatta hırsla takım tutup, hınçla maç izlerken yaşadığı o katharsisi yaşayabileceği başka hiçbir mecrası olmayan erkeklerden de…
Okulu bitirip asker dönüşü işe girip, hiç yalnız yaşama tecrübesi edinemeden yine “son derece normal” olarak ve “özgür” iradesiyle kurduğu ancak altında ezildiği borçlarının asıl kaynağı olan yuvasında ne cinsel ne duygusal doyumu bulamayan erkeklerden de…
“Hayat arkadaşı” diye ezberletilen ancak karşılıklı olarak ne hayattan ne arkadaşlıktan beklentilerini kendileri de bilmedikleri için önce bunalıma sonra da başka “arkadaşlar”ın yatağına giren erkeklerden…
Her şeyin en iyisini hak eden (böyle olduğu kafasına vurula vurula öğretildi) bu yüzden de ne yapsa memnun edemediği karısında aradığı ama bulamadığı şehvet ve şevkati şiddetle telafi etmeye çalışan, tatmin olmamış her canlı gibi saldırganlaşmış ve ezmeye de en zayıftan (lokantadaki garsonlar, altındaki memurlar ve mümkünse tüm kadınlar- tüm çocuklar) başlamış erkeklerden de…
Bir de, toplumda tüm bir yaşam dilini oluşturacak kadar baskın olmasına rağmen bu eziklikten kurtulamamış, sırf bu yüzden zalim bile olsa güçlü olanın yanında durmaktan hicap duymamış, bu duruşla kendi gücünü pekiştirdiğini sanan erkeklerden de bahsetseymiş iyi olurmuş.
Çünkü o uzun uzun sancısı tarif edilen baş ağrısına yol açan migren krizini tetikleyen etkenler de bunlar oluyor.
Ve son bir iğne daha…
Şu kavramlara bir saniyeliğine bakın:
Güç- iktidar- devlet- otorite- hegemonya- kan bağı- milliyet- müdahale- savaş- soykırım
Şimdi gözünüzü kapatın ve yukarıdaki kelimeleri düşünerek bir insan hayal edin.
(Mümkünse bilindik bir siyasi lider falan olmasın, herhangi bir insan olsun yeter)
Şimdi de o insanı hangi cinsiyette hayal ettiğinizi söyleyin.
Ne kadar ilginç değil mi?
O lanetlediğimiz faşizme içkin her şey erkek cinsiyetine de ilişkin hale gelmiş.
Tecavüz, cinayet, işkence, hırsızlık, silah kavramlarını düşününce de sanırım kimsenin gözünün önüne bir kadın silueti gelmiyordur.
Yani diyeceğim o ki; boşverin iğneyi de herkes önce kendisine doğrudan çuvaldız batırsın.
Madem bilimsel olarak adını koyacağız, doğru düzgün koyalım.
Çünkü sosyolojik gerçekleri bütün halde kavrayıp sorunlarını da ona göre tek tek çözmek gerekiyor.
Yani kuru kuruya kapitalizm eleştirisiyle de açıklanamıyor tüm bu sorunlar.
Bir avuç insanı saymazsak yarın bir mucize olup çok insancıl bir dünyaya uyanacağımıza ilişkin ne bir umut, ne bir talep, ne de potansiyel var şu anda.
Bu verili hallerimizi de ara sıra sorgulamak gerek, hepsini sistem vermiş olamaz değil mi?
O verili haller ki; bu iğrenç sistemin önce yaşam alanını sonra kendisini yaratmış ve şimdi de en gürbüz haliyle yaşatıyor.
Dolayısıyla; Gökmenerol’un eleştirisinin aksine “kişisel sitemler”i son derece faydalı buluyorum ben.
Yarın kolektif bir insani devrim yapamayacaksak bile; sabah kalkıp, şöyle bir halimize bakıp, önce başımızın ağrıdığını fark edip, sonra ne kadar ağrıdığından şikayet edip, kendi kendimize çareler arayıp, sonunda sisteme ve en sonunda da o sistemi hem yaratan hem de yaşatan bireysel arızalarımıza ulaşacağız.
Ki, bireysel olarak düzeltmeye gücümüzün yeteceği tek şey bizzat kendimiz olduğuna göre başlamak için iyi bir nokta gibi görünüyor.
Mesela doğar doğmaz elimize tutuşturulmuş cinsiyet, din, ırk, servet ..vs. gibi unsurların üstüne veya yerine ne koyduğumuza göre değişecek şekilde bir değer anlayışını mikro düzeyde sağlayabilirsek makro düzeyde bir değişime de gerçekçi bir katkısı olacağını düşünüyorum
Ya da örneğin; bu çözüm önerisinin küçük bir parçası olarak, mert ve cesur kadınlarla, zarif ve şefkatli erkeklere bizzat dönüşebilirsek, kimsenin birbirine “karşı” cins olmadığı bir dünyaya ilk adımı da atmış oluruz ve her tür sömürü temelli sistemi de iktidarı da kapının önüne koyarız gibi geliyor.
Birbirimizin iç dökmelerini bile okuyup, sadece teşhis koymakla kalmadan, geliştirdiğimiz teknolojilerin de katkısıyla bu sistemi düzeltmeye kendimizden başlamazsak daha da hiçbir şeyin düzeleceği falan yok.
NOT: Fotoselli musluk hijyenik açıdan iyi olabilir ama fazla su gitmesin diye o kadar kısa süreye ayarlıyorlar ki; hem el yıkamak mümkün olmuyor, hem de bu kadar aç-kapa yüzünden çabuk bozuluyor. O yüzden ben de devrimci abimiz kadar Türk usulü fotoselli her şeyden nefret ediyorum.
Ama illa kavramsal zeminde tartışacaksak “modernite” bağlamında şu küçük alıntıyı da eklemiş olayım:
“Modernizm, şu anda evinden oldukça uzakta olan oğlumla konuşabilmem için telefonu icat etmiştir. Ama onu uzaklaştıran treni de bize bizzat o vermiştir.”(Sigmund Freud)
Feraye feraye adli kullanici beni feysten lutfen ekle.yazina öldüm bittim geberdim.müsade edersen senin müridin olmak istiyorum.Heybet Kanhan
Feraye Feraye, yorumunuzu okudum. bir okur olarak, kamuya açık biçimde paylaşılan bir yazıyı eleştirme, yorumlama ve görüş bildirme hakkım olduğunu düşünüyorum. bu bahsettiğim şey, yazar ve okur – okuyan arasındaki ilişkinin en doğrudan biçimi. tüm yazdıklarınızı okumakla beraber (lütfen samimiyetime inan) yazıya dair bakış açım hiç değişmedi. ama benim için asıl konu bu değil. Ben yazarı ve yazısını muhatap alırken, siz, yazıya yapılan yorumu ve onun sahibini muhatap alıyorsunuz. Yazıya dair fikirlerinizi paylaşmak ve yazıyı savunmak -bunu söylemek bile haddim değil- elbette hakkınız. ancak bunu yapmak için sizden farklı düşünen birinin yorumunu referans almanız beni şaşırttı. Çünkü bu yorumu yapan kişinin muhatabı siz değilsiniz. Sadece yorum ya da eleştirime dair konuşmuş olsanız buna da hiçbir şey demezdim. Başka bir taraftan bakmamı sağlayabilirsiniz bu şekilde. ama siz, bu yorumu yapan kişiyi hiç tanımamanıza rağmen, “sen ne yapıyorsun peki şikayet etmek dışında?” ya da “çuvaldızını önce kendine batır.” gibisinden cümleler kuruyorsunuz. Burası haddinizi aştığınız nokta oluyor. Her şeyden önce, okuduğu yazıya eleştiri ya da yorum getiren birisi olarak size bu soruları bana sorma hakkını vermiyorum. bunun yanı sıra hiçbir şey yapmadığım ön yargısına nereden kapıldığınız da merak ettim. yaptığımı iddia etmek için söylemiyorum. ama tanımadığınız bir kişiye karşı bu ne rahatlık? Yazıya yaptığım yoruma bakarsanız, herhangi bir ön yargıyla, yazarın ve onun hayatının eleştirisi değil söz konusu olan. Yorum doğrudan yazıyla, onun içeriği ve biçimiyle ilgili. Çünkü ben de yazarı tanımıyorum ama bahsettiği şeylerle ilgileniyorum. Dediğim gibi, ben bir okurum ve muhatabım da okuduğum yazı ve onun “yazarı”. Size de naçizane olarak aynı şeyi tavsiye ederim. Hoşça kalın.
dün bu saatlerde Feraye Feraye’nin yorumuna karşı yazdığım cevap silinmiş. bir sebebi vardır sanırım. “sansür” deyip de büyütesim yok. ama en azından, yorum yapmadan önce bilgi olarak girdiğim mail adresime bunun sebebini yazsaydınız. kimden kaptınız bu yorum ve eleştiriyi kaldırma alışkanlığını, onu da söyleseydiniz.
şimdi tekrar girmiş. umarım teknik bir sorundur. öyleyse özür dilerim.
Ya arkadaş herkez aynı şeylerle ilgili afilli cümleler kurmakta usta! Yok efendim çok yalnızız, köleyiz, robotuz, pisiz, adiyiz, kalabalıklar içinde kulak memesi kıvamındayız falan fişmekan… arkadaş biz bunları zaten yaşıyoruz biliyoruz… Dişe dokunur çözüm öneriniz yoksa boşuna klavye eskitmeyin bizimde vakyimizi çalmayın sevgili yalnız kekolar! Lütfen ya sıktınız artık gidin başka yerde yaşayın depresif romantizma ağrılarınızı….
Fikir güzel, ama ciddi deyim problemleri var
Herkesi bu kadar eleştiren yazar arkadasim, hitabını fazlasıyla kibirli buldum. Özgürluk konusunda sitemkarsin, peki sana ne beyaz yakalı, pembe ya da mavi yakalıların ne halt ettiğinden? İnsanın ve bize verilen omur içinde yaşayarak öğreneceğiz, olucaz, olgunlasicaz. Gençlikte orta yaşta hata yapicaz, yapmafan da anlamiycaz. Eleştiri eleştiri, sitemler, yukardanci tavırlar bilmem ne! Bu yüzden çok hissiz ve ruhsuz bi yazı olmuş.
Teşekkürler; seviyeli beğeni, seviyeli eleştiri için Feraye Hanım a da Gokmen Bey’e de. Hangi haberin altına baksam mide bulandırıcı diyaloglar. Nefes almış gibi hissettim
Feraye hanım’ın cinsiyet ayrımı yapmadan dile getirdiği günlük koşuşturma sonundaki nesnel yılgınlığı dayatan bu sistemi kimse yadsıyamaz sonuçta yarı-feodal, yarı- demokratik, yarı-hukuk ve tam kapitalist bir ülkede yaşıyoruz …sonuçta bu yaşananlar gerçek ..okumuş olmak başka, gerçkten eğitimin sonunun olmadığına inanmak başka..,herkesin kendini gerçekten tanıması dileğiyle …
“gökmen erol “siz topluma açık bir yazıya eleştiri yapma hakkına sahipsiniz. Fakat toplumda sizi eleştirme hakkına sahip. Her fikrin karşıtı fikirler olabilir . Bence eleştiriden korkmayın.
“çuvaldızını önce kendine batır.” gibisinden cümleler kuruyorsunuz. Burası haddinizi aştığınız nokta oluyor “
Bu cümle hoş olmadı ve bana ananı da al git diyen bir politikacının sansürcü hırslarını anımsattı
Feraye Feraye muhteşem elestirisinden dolayı kutluyorum.
Watsappı kullanmak için kullandigimiz telefonun işletim sistemini bilmek zorunda degiliz. Adınida düzgün telaffuz etme zorunlulugumuz yok. Çok üstten bir bakış. Zaten ülkemizin okuyan kesimi bunu her zaman yapiyor. Watsapp sadece bir iletişim ağı. Mektup konusunu tüm iletişim fakültelerinde konuşuyorlar. Yani mektup konusunu yarım saat anlatmak için toplumun bir kesimini aşağilamaya calismaniz yanlis. Yazinin çok uzun olmuş. Bence edebiyattaki en önemli şey az sözle birşey anlatabilmek. Bu yazıyiI daha kisa tutmaniz belki daha iyi bir sonuç dogururdu.
Son zamanlarda okuduğum en başarılı cumlelerin anlamlı yükler taşıdığı farkındalık yaratan harika bir yazı olmuş
Yorumlardan bazılarını okuyunca bunu birilerini yermek amacıyla kullanmadığımdan emin olmanızı belirterek ‘ İNSANLIK ACINACAK DURUMDA’ demek istiyorum ve kocaman ‘PES’ diyorum. Ben bu yazıyı okurken umarım uzun olduğu için bazıları okumaktan kaçınmamıştır diye düşünüyordum niye mi çünkü kurulan cümlelerin her birinden insalığın şu an ki tabloso en ufak bir ayrıntısı atlatılmadan bir bütün halinde örüldüğü için. Açıkcası UYUYANLAR UYANACAK diye düşünmüştüm bu denli etkili ve çok değerli bir yazı. Yazıyı okuduktan hemen sonra yazar hakkında bilgi almak için buraya baktığımda yapılan bazı yorumlar hayal kırıklığıydı ve yüzümde acı bir tebessüm oluşturdu. Yaptığınız yorumlarla bu yazının doğruluğunu kanıtladınız aslında, bazılarına o kadar çok dokundu ki bu bazıları kendilerinin farkındalıklarından korkup onlara nelerden kaçtıklarını hatırlatan bu cümleler karşısında yine maskelerini takmalarına ve yine onların gerçekliğiyle örtüşmeyen bir role soyunmalarına neden oldu. Bu yüzden yazının amacından ve değerinden yoksun hiç yapılmaması gerktiğini düşündüğüm ifdelere yer verdiklerin düşünüyorum. Yazıya dönecek olursam baştan sona kusursuzca yazılmış bir DEĞER… EMEĞİNİZE VE DUYARLILIĞINIZA sağlık…
Dediğimi yap, yaptığımı yapma yazısı 🙂 Akşam evde içip sabah camide vaaz veren imamdan ne farkınız kaldı ki şimdi? Tüm bu yaptıklarımız ve yaşadıklarımız da boş zaten. Neden zahmet ettiniz ki bu kadar uzun bir yazın vermeye? Çözümünüz de yok! Her yazdığınızı yayınlamak zorunda değilsiniz. Sanırım yazmak zorunda da değilsiniz. Sağlıcakla 🙂
Kafeste doğanlar uçmayı hastalık zannedermiş. Öğretilmiş doğurların dışına çıkmak geri dönülemeyen bir yola sürükler insanı. Her kavramı enine boyuna sorgulamak ve bunun için sağlam kafa yormak gerekir. Binlerce yıl adım adım oturtulmuş bu ‘SİSTEM’ her karşı fikri sabırla ertip değersiz kılacak bir virüs yazılımına sahip. Tanrılar Farmvile oynuyorlar.
Soyut kavramlarla herkes sağlıklı sonuca ulaşamaz. Kavramları somutlaştırıp, açık açık söylemek gerek….. Aklını özgürleştir, bedenin arkasından gider..
Tabu can çekişiyor, dinlerin gündelik hayatın dışına çıkmasına çok fazla zaman kalmadı.
İyi ve kötüyü belirleyecek olan yeni norm tartışılmış ve insanlığın yararına olacak mantıklı doğrular olarak karşımıza çıkmakta..
(Bu yazı, buraya yazılan yorumlar ile değil uzun uzun ve yüz yüze tartışılacak bir yazı)
Uzun zamandır okuduğum en iyi yazı..Evet bu benim,eşim,çocuğum ,komşum diyebildiğim bir çok tip buldum içinde..Resme dışarıdan bakma duygusu uyandırdı bende.Aynen ben de inşallah uzun diye okumamazlık etmez insanlar diye düşündüm.Feraye Feraye nin de tespitleri,dili harika..Ruhuma,zihnime iyi geldi varolun.
“Ali Tutkun” – politikacı- benzetmesi hoşuma gitmese de uyarı için teşekkürler. Ancak katılmıyorum. Ben ‘toplumu’ muhatab almadım yorumumda. Yazarı muhatab aldım. O nedenle ismim okurlar için ayrılan yorum kısmında. Benim buradaki arzum yazarla arama girilmemesi. Benim okumam için yazılmış bir yazıya, hakaret içermediği sürece özgürce eleştiri getirebilme hakkı yani. “Çuvaldızı” meselesi de tanımadığınız biri için söylendiğinde had aşmak oluyor. O cevapta da bahsettiğim gibi yazarın kişiliğini ya da hayatını değil, yazıyı eleştirdim. Çünkü yazarı tanımıyorum. O nedenle yazar tarafından bir “tutarlılık – tutarsızlık’ tartışmasına girmedim örneğin. aynı şey benim ve sizin için de geçerli. Tanımadığınız birini “Çuvaldızı” cümlesindeki gibi bir içerik ve üslupla eleştiremezsiniz. Her şeyden önce, bu eleştirinin içini doldurma şansınız yoktur. Çünkü tanımıyorsunuzdur. Takipçisi olduğumuz ve sevdiğimiz yazarları, onlarla yazıları aracılığıyla kurduğumuz duygusal bağlar dolayısıyla savunabiliriz de. ama o zaman da yoruma bir karşıt görüş getirmek, yorumda içerik ve üslup bakımından katılmadığımız şeylerden bahsetmek gerek. Bu, birbirini hiç tanımayan insanların cümleleri üzerinden yapılacak yararlı bir tartışma ortamı da yaratabilir. Ancak dediğim gibi “Çuvaldızı” meselesi ve o cümle kişiseldir ve yorumu değil, yorumu yazanı konu edinmektir. Mesela ben, yazıyı eleştirdiğim ilk yorumumda yazara “Çuvaldızını kendine batır” deseydim, o vakit aldığım cevap anlaşılır olabilirdi. Ancak şu durumda bu hakkı kimseye vermiyorum. Zamanın tarih boyunca belki de hiç olmadığı kadar hızlı aktığı bu çağda, böyle “uzun” bir yazıyı sonuna kadar okuyup, üzerine konuştuğumuz kıymetli bir paylaşım ortamı var burada. Öyleyse birbirimize de bu yazıyı eleştirme hakkını verelim lütfen. Eleştirinin önüne çekilen her engel, sansür hırsıyla yanan politikacılar yaratmak ve onları var etmekten başka işe yaramayacaktır. Hoşçakalın.
Emek verilmiş ve farkındalık yaratmaya açık hoş bir yazı…Yorumlar ise daha ilginç ve dikkat çekici..Yorum sahiplerinden birinin “yorumları okuduğumda yazıdaki gerçekler yüzüme bir daha çarptı” benzeri ifadesi yazının anafikirinin özetini çıkarıyor bir anlamda… Anlatılmaya çalışanı, günümüz insanının okuma alışkanlığından bilerek uzaklaştırılması (gerçekten bir toplum mühendisliği stratejisi olduğunu düşünüyorum) ve “özet geç uzatma” tavrıyla karşılaması bir yana, anlatanın sanki yüzünden maskeyi çekmek için uzattığı eli kırmak istercesine yazılanın inkarı ve gaddarca eleştirisi ise bir başka yazı konusu bence…hatta ana fikrin sağlaması bile diyebiliriz…Tüm yazı içinden birkaç cümlenin cımbızla alınması ve yazarın “kibir” vb. sıfatlarla yaftalanması, “teknolojiyi kötülüyorsun bak teknolojiyi kullanıyorsun!” şeklindeki aba altından gösterilen sopalarla desteklendiğinde yapılan eleştiri tadından yenmez oluyor…Ha bir de vurgu yazıya değil yazana yapıldığında gündemi aniden değiştirmiş, toplanan dikkatleri güzelce dağıtmış da oluyoruz…!
BSA, şu an bulunduğumuz gibi portallarda yapılan her eleştiri, yazıya dair bir geri dönüştür. Bu geri dönüşlerden yazarın hiç faydalanamayacağını söyleyebilir miyiz? Ben söyleyemem. Çünkü benzer biçimde kurulan her ilişki, o ilişkinin paydası etrafında bazen dönüştürücü, bazen de sağlama yapmaya imkan tanıyan etkiler taşır. En azından bu sebeple, lütfen eleştiri özgürlüğümüzü kısıtlamayın. Bu sayfada olmanıza sebep olan şey söz konusu yazıysa eğer, siz de odağınıza onu alın. Ayrıca hepimiz günümüz insanıyız ve evet, genel bir okuma alışkanlığımız var. Ama bu, yazıya getirilen bazı teknik eleştirileri “haksız” çıkarmaz. Yazıya dair yapılan bazı teknik eleştirileri (uzun olduğunun söylenmesi bunlardan biri olabilir) tek bir cepheden yorumlamak, ezberci ve toptancı bir bakış açısı bence. Bunun yanı sıra, yazıya eleştiri getiren herkesi yüzünde maskeyle dolaşan ve yazarın bir kurtarıcı olarak o maskeyi indirmeye kalkmasıyla hırçınlaşan kişiler olarak tanımlamak da aynı kibri barındırıyor. Naçizane olarak, bunu da düşünmenizi tavsiye edebilirim.
Bu yazıyı yazan tembellikten ölmüş.
Yazıyı ve özellikle de ona yapılan yorumları tümüyle okumak gerek diye düşündüm. İfade gücü yüksek insanlarca, düzeyli eleştirilerle günümüze dair katıldığım/katılmadığım çok güzel yorumlar var. Feraye Feraye nin yorumlarını iyi okumak gerek, sanal ortamda görebileceğim ifade gücü ve bakış açısı açısından güçlü, en okumaya değer, ender yazılardan biriydi. İnsanın varlığını, toplumsal düzeni ve dünyayı eleştirel gözle değerlendirebilmesi için ayna tutan, okudukça düşünsel kapasitenize katkı yapabilecek çok güzel ve nitelikli yazı ve yorumlar…
hummel marka ayakkabı modelleri rahatlıkla web sitemizde bulabilirsiniz…
Yaziyi icindeki bazi isim tamlamalari, futursuz yapilmis bazi genellemeler ve benzetmeler disinda oldukca basarili buldum. Altindaki yorumlara gelince.. Herkes kendini ve dusuncesinin dogrulugunu kanitlamak icin nasil da cirpinmis, bilgiclestikce ve sinirlendikce ne kadar da acimasiz elestiriler yapmis. Cok konusuyor bizim toplumumuz Mir’im; lakin az kelimeyle cok sey ifade edebilme yeteneginden hayli yoksun. Ha bir de sicacik bir sirt sivazlamayla, hafif bir sac oksamayla daha tatli sekilde ifade edilebilecek cumlelerden. Hasirt diye geclrmeyi marifet sanmis herkes. Ne aci..
Çoğu insan iyi yada kötü bunları biliyor ilginç olanıysa bu tarz bir yaşamdan zevk alması . Yaşım 25 ilk 15 yılını gősterişli seylere sahip olmayi usual ederek ederek son bir kac yilini herkesten uzak Beni seven birisini isteyerek gecirmek istedim. Her dönemini de basarisiz yaşadım. Benim anlamadığım bu tarz yazılarda genelde depresif bukowski gibi yazarlar örnek gösteriyor dönemin yeni modası da bu zaten. Çok okuyan birisi değilim calismayida çok sevmem öylesine tembel sıradan kolelesmis bir insanım. Ama bu tarz yazılar denk geldi mi sitem edesim geliyor. Durmadan sorunlar sorular kötülüklerin başını alıp gittiği bir dünya bunları oku.ak su an yazdığım yazıdaki noktalama işaretlerine uymayı umursamadığını kadar değersiz zaten bilmiyorum da. Şimdi bu sıradan yaziyimi geçtikten sonra nerede ne okusam hep isyankar hep şikayetçi ama hiç yol göstermeyen yazılarla karsilasiyorum. Belkide kişiliğinden ve ruh halimden dolayı hep böyleleri çıkıyor karşıma. Siz bu yazıyı ne amaçla yazdınız eminim hayatında belli bir dönem yaşayan herkez bu sikayetlerinizi birebir yaşıyor ve bunlardan kaçmak istiyordur. Bu şekilde biz gençlere örnek olmuyorsunuz tam tersi aman herkes de aynı dedirtiyorsunuz . Bu tarz bir yazar dikkatimi çekmekten çok egoist bir insan ve sırf dönemin sorunlarını ele aldığı için okunsun bir kaç kişi begensinde bende kendini biraz eglendireyim der gibi geliyor bana. Cidden çok sıkıcısınız. Doğruları bilmeyen genç insanları daha da karamsar yapıp zaten berbat olan hayatlarimizi daha da kotulestiriyorsunuz. Biri de çıksın artık dünya değil sen kendini şöyle degistirirsin şu hataları yaptım ben dinlemek istemesende belki olursun nasihat niteliğinde değil öğreti niteliğinde desin . Benim gibi dinlemeyi seven her duyduğu kötü yaşamdan kendisine bir parça örnek çıkaran insanlar eminim sizi de severek okuyabilirdi. Dünyayı değil insanları değil yaşıyorsanız beni değiştirmek için yazın. İntaarlari değil mutlu yaşayan insanları yazın. Belki bir mehmet bir ayşe okur ufak ta olsa sizden birseyler kapar. Çok şey istemiyoruz biz. Karanlığa gölge oluyorsunuz bu şekilde.