Devlet ve milletin yüksek çıkarlarını ait olduğu kurumun çıkarlarıyla eş gören, dolayısıyla bunları yorumlama tekelini de kendisine veren Türk subayı, kışladaki eriyle kurduğu paternalist ilişkisini (“oğlum” ifadesiyle çağrılan er) milletin geneliyle olan ilişkisine de kolayca yansıtabilmiştir. Aktarılan bu hususi ethos (değerler sistemi), subayın tüm yaşamını geçirdiği kışla ve ortak mekânlarda sürekli biçimde yeniden üretilmiş ve sivil dünyayı yakın olduğu kadar uzak bir “öteki”ne dönüştürmüştür. O halde burada söz konusu olan, bir nevi radikal profesyonelleşmedir. Her orduda karşılaşılabilecek bazı militer değerler (cismani hedefler peşinde koşmaları hasebiyle sivilleri küçük görme, üstünlük duygusu, menfaatsizlik söylemi, vatanseverlik, hizmet vurgusu, devletin ve milletin üstün çıkarlarını ordunun çıkarlarıyla özdeşleştirme ve bu çıkarların tek gerçek temsilcisi olma iddiası, vb.) Türk ordusu örneğinde mutlaklaştırılmıştır. Türk modernleşmesinin izlediği yol ve özellikle cumhuriyetin ilk yıllarında orduya biçilen “okul” görevi bu değerleri kuşkusuz daha da pekiştirmiştir.
İfşa edici, “kurtarıcı-mesihçi” veya en basit ifadesiyle daha “ısırgan-uyandırıcı” bir sosyoloji pratiği arzulayan meslektaşlarına şu yerinde uyarıyı yöneltir E. Goffman:
“Yabancılaşmaya karşı mücadele etmek veya insanları gerçek çıkarları noktasında uyandırmak isteyenlere işlerinin zor olduğunu hatırlatmak isterim zira uyku oldukça derin. Benim buradaki amacım onlara yeni bir masal daha anlatmak değil; yapmak istediğim sadece, onların ayakucundan süzülüp nasıl horladıklarını gözlemlemek.”
Burada mevzu bahis olan uyku, esasında kurumsal-toplumsal bir uykudur. İnsanların ve şeylerin yerli yerinde olduğu, gerek toplumsal gerekse de sınıfsal açıdan her şeyin mecrasında aktığı hissi, deneyimi veya inancıyla dalınan güzel ve rahat bir uyku; görece dingin ve öngörülebilir bir yaşam ritmi. Örneğin, Norveç’te yaşıyorsanız eğer, göreceli olarak daha güzel bir uykuya dalabilir; en az yüzyıldır orada olan balık lokantasında, yine en az yüzyıldır yapıldığı şekliyle ve aynı soslar ve müşteri grubuyla birlikte ızgara ya da tütsü somonunuzu keyiflice yiyebilir ve böylece, az-çok kestirilebilir bir yaşam döngüsünün parçası olabilirsiniz muhtemelen. Bu manada, öngörmenin, Batı kozmolojisinin en temel unsurlarından biri olması tesadüfî değildir; ve yine aynı şekilde, yapısalcılık ismiyle anılan ve sabitlere vurgu yapan bir akımın Batı fikri evreninde doğmuş olması da. Porte d’Orléans civarı olduğunu kestirdiğimiz, Nazi işgali döneminden kalan bir fotoğrafın sağ alt kısmında belli belirsiz fark ettiğimiz bir Boulangerie’nin bugün halen yerinde olduğu bir Paris gerekir bunun için. Buna karşılık Bağdat’ta iseniz eğer, uykunuzun kâbuslarla bölünmesi; öngöremediğiniz kısa devre ve güncellemelerle, hatta kopuşlarla yaşam sisteminizin bir anda “hata” vermesi ve daha geçen yıl o leziz kebapları yediğiniz lokantayı ve müdavimleri bir sonraki sene bulamamanız kuşkusuz daha yüksek bir ihtimaldir. Tehditlerden görece uzak ve daha öngörülebilir bir çevrede yaşamak isteyen bir organizma türünün, Afrika Antilopları misali, yazları gerçekleştirilen bir toplu göç vesilesiyle keşfettiği Batı savanları dönüşünde, “Ay canım, çok güzel yerler ya!” cümlesinde ifadesini bulan arzu; esasında tam da bu dingin uyku, yine Afrika Antilopları misali, aniden çıkan timsahların tehdit oluşturmadığı öngörülebilir bir yaşam arzusudur. Kısacası, toplumsal kurumlar ve bu kurumların sunduğu standart eylem repertuarlarının, yani sınırların (roller, normlar, vb) görece sürekliliği ve zorlayıcılığındaki derece farkıdır, Oslo’daki bir yaşamı Bağdat’takinden ayrı kılan. Bu durumun idraki, farklı tarihselliklerin derin ve karşılaştırmalı bir tetkikine gönderme yapmakla kalmaz, aynı zamanda, örneğin muhafazakârlık gibi bir tematiği bambaşka bir çerçevede tartışmaya da imkân verebilir. Oslo’da muhafaza edilen nedir? Bağdat’ta muhafaza edilen nedir? (Bu soruyu Türkiye için ileride tekrar soracağız.)
Lakin burada ciddi bir kapan da mevcut ve pek çok sosyal bilimci bu kapana pek çok kereler sıkışmıştır. Çok kısaca; Goffman’ın tabiriyle “derin uyku”ya olanak tanıyan ve kurumlar tarafından “garanti” altına alınan bu normatifliği (“mutlu ve uyumlu” yaşamak istiyorsan bunu yap, şunu yapma; ebeveynlerinin de daha önce defalarca yaptığı gibi); verili, tamamıyla dışsal ve ahenkli bir yapı olarak almamak gerekir. Sosyal bilimcilerin mesleki bir defosu olarak da görülebilecek ve bir zamanların egemen paradigması İşlevselcilikte en aşikâr haliyle karşımıza çıkan bu hatalı perspektiften kurtulmak kolay değil. Oysa düzen (kurumlar veya yapılar olarak da okuyabilirsiniz), her gün yaşanan, her an, her eylemde, bireyler arası her karşılaşmada müzakere edilen, sorgulanan, çatışmalar içeren, sıklıkla kırılgan ama nadiren tamamıyla dağılan ve çoğunlukla onarılan bir ilişkiler/müzakereler sistemidir. Bu karşılaşma (toplumsal etkileşim) anları dışında zaten ne toplum vardır ne de birey. Bu müzakereler (etkileşimler) elbette belli sınırlar dâhilinde gerçekleşir. Kurumların sızdığı yer tam da burasıdır. Dolayısıyla, kurumsal ya da yapısal tazyik dışsal değildir; etkileşimlere içkindir. Etkileşim esnasında bireylerin eylem gramerlerinin (bunlara roller de diyebiliriz) sınırı, kurumun sınırıdır. Ancak bu kurumsal tazyik mekanik bir yol da izlemez. Bir rol, adı üstünde, yorumlanır; standart bir eylem biçimini tarif eden çok kaba bir repertuardır o. Kısacası, esnetilebilir de harfiyen takip edilebilir de ama kesin olan şu ki, her defasında yeniden icat edilmez, tanımlanmaz. O halde, etkileşim esnasında duruma içkin olanla (kurum ve sınır; yani rol repertuarı), duruma mahsus olanı (sizin o rolü yorumlama şekliniz, yani bir etkileşim esnasında muhataplarınıza göre sergilediğiniz şahsi performansınız) ayırt etmek gerekir. Örneğin esnek hoca da, sert hoca da, rahat hoca da hocadır neticede. Bunlar, sınırlar dâhilinde meşru tarzlardır, izleyici kitlesine göre sergilenen yorumlama/performans biçimleridir. Ancak, öğrencinizi geçirmek için para talep ettiğinizde artık burada bir sınır ihlali vardır; bu, Oslo’da, Durkheim’ci manada anomi, cezai anlamda suçtur…
Buraya kadar esasında pek de yeni bir şey yok. Auguste Comte’un “Statik Sosyoloji”sinden bu yana konvansiyonel sosyolojinin, eylem teorisiyle de ilişkili en temel tematiklerinden biridir burada söz konusu olan. Peki, kurumların normatifliğinin erozyona uğradığı ve kutsallıklarını/zorlayıcılıklarını kaybettiği, yani sınırların muğlâklaştığı ancak tamamıyla da yok olmadığı bir yerde, misal Bağdat’ta, durum ne olabilir? Örneğin, “para kazanma” gayesi (ki başka bir eylem rejiminde gayet meşru bir öncelik olabilir, misal ekonomi alanında), bir devlet görevlisiyle kurduğunuz rutin ilişkiye sızarsa (örneğin rüşvet), bu ilişkiyi anlık olarak dönüştürürse, üstelik bu yeni eylem örüntüsü göz ardı edilemeyecek kadar yaygınlaşır, belli bir meşruiyet kazanır ve neredeyse yeni bir kurumsallık biçimine bürünürse ne olur? İşte burada durum bir hayli girift bir hal almakta. Zira verili bir eylem rejimi dâhilinde (örneğin memuriyet; tahditleriyle, az çok sergilenmesi beklenen rol kalıplarıyla), birbirine zıt eylem kadrajları (burada şimdi şu oluyor, bunu yapabilirim, şunu yapamam sorusunun cevabı olarak) eş zamanlı biçimde varlığını sürdürebilmekte, birbirinin üstüne binebilmekte, iç-içe geçmekte veya birinden diğerine evrilebilmekte. Bu, Oslo’da olduğu gibi, kurumsal manada tanımlanmış beklenti ve rollerin esnek yorumlanması, etkileşimin kendine has dinamiği ve katılımcıların konumlanışı çerçevesinde ama her zaman sınırlar dâhilinde dönüştürülmesi veya geniş alınmasından öte bir durumdur. Örneğin, sizi bir devlet memuruyla bir araya getiren ve sınırları bürokratik-prosedürel kadraj çerçevesinde gayet net biçimde çizilmiş bir ilişki, etkileşimin verili bir momentinde, her iki tarafın da çeşitli sebeplerle tatbik edebileceği bir “yardımcı olalım” kadrajıyla birlikte, ilk baştaki mantığının tamamen dışında ancak onu tümüyle de terk etmeksizin yeni bir dinamik kazanabilir ve yine çok kısa bir süre sonra bir önceki formatına geri dönebilir. Kısacası, hem memur hem tanıdık, hem kahraman hem hain, hem hırsız hem polis, hem hoca hem sevgili ve elbette, hem asker hem darbeci olunabilir mi? Buradaki mesele tözcü veya ahlaki bir perspektif dâhilinde kavranmak zorunda değildir; verili bir tarihsellik içerisindeki toplumsal ilişkiler bütününe, bunların temel örüntülerine ve olumsallıklarına gönderme yapar. Hal böyleyse eğer, farklı eylem rejimlerinin ve zıt kadrajların bu kadar iç içe girdiği, birbirini dönüştürdüğü ve oyunun sınır ve kurallarının hiçbir zaman net olmadığı, her zaman açık bir kapının (“hallederiz”, “bakarız”) olduğu bir toplum nasıl ayakta kalabiliyor? Bağdatlı sosyologların bu soruya verebilecekleri tatmin edici bir cevap henüz yok…
Askeri müdahaleler de, en konvansiyonel tanımıyla, esasen bir sınır veya daha doğrusu sınır ihlali sorunudur: çok genel bir ifadeyle, ordu’nun veya bürokrasinin silahlı aygıtının, üstüne vazife olmadığı düşünülen işlere bulaşması, yani sınırını aşarak sivil siyasete müdahalesi. Bu önermedeki ön-sayıltılar dikkatli bir okurun gözünden kaçmayacaktır: net biçimde yapılan bir asker-sivil ayrımı; ayrı ve özerk olduğu varsayılan bir sivil siyaset alanının uzun soluklu mevcudiyeti ve neticede burayı gayri meşru biçimde gasp eden veya ettiği düşünülen silahlı bir zümrenin varlığı. Devlet-siyaset ve toplum ilişkileri açısından da bu türden bir modelin örtük veya açık gönderme yaptığı normatif karakteristikler (meta yönelimli modernite, temsili demokrasi, sivil toplum, sivil siyaset, sınırları belli ve ayrıştırılmış bir bürokratik alanın -askeri aygıt dâhil- varlığı, vb.) ve tarihi-coğrafi koordinatlar da az çok bellidir (Batı Avrupa ve Kuzey Amerika; genel olarak Latin ve Akdeniz dünyası ve Cezayir savaşı dönemi Fransa’sı kısmen hariç).
Eğer böyleyse, dünyanın geri kalanında da gözlemlenebilecek her türden asker-sivil ilişkisinin tetkiki için gerekli normatif düzenek artık elimizde. Günümüzde oldukça yaygın bir tür psikoloji pratiğinde de görülebileceği üzere, elimizdeki bu ölçek vasıtasıyla artık çeşitli vakaları gerektiği gibi tanımlayıp (bu, norm dışı; şu, norm içi) kesinliklerimizi ve dolayısıyla da yanılsamalarımızı “ilmi” bir iç huzurla tesis edebiliriz. Asker-sivil ilişkileri sorunsalının, uzun dönem boyunca ve halen de siyaset biliminin normatif dilinin altında ezilmiş-düzleştirilmiş olması ve ekseriyetle “meli-malı” gereklilik kipinde çekilmiş-incelenmiş olması; askeri sosyolojinin ise ordunun personel politikası ve teşkilat şemalarının iyileştirilmesinde kullanılan bir teknik olmanın ötesine geçememiş olması bu manada tesadüfî değildir. Lakin meselenin kapsamlı ve gelişkin bir tahlili, eğer hedeflenen buysa tabii, siyaseten doğru yuhalamaların ve alkışların ötesinde, asker-siyaset ilişkilerinin aktığı ve debisi zaman zaman yükselen akarsuyun tüm toplumsal ve kültürel yataklarına soğukkanlı bir kepçe vurmayı gerektirir. Örneğin, bir sınır ihlali olması için, muğlâk da olsa her şeyden önce bir sınırın, yani tesis edilmiş meşruiyetler, az-çok özerk toplumsal/kurumsal alanlar ve bunlara uygun eylem kadrajlarının olması gerekir. Oysa meseleye farklı ülkeler ölçeğinde ve tarihsel olarak bakıldığında, askerin yaptığı bu sınır ihlali veya gaspın, bir yandan çok ama çok farklı biçimler alabileceği (tankların sokağa çıkması en uç ve istisnai biçimidir ve her zaman böyle olmak zorunda da değildir), diğer yandan ise onu ihlal olmaktan dahi çıkartabilecek muğlâk bir kurumsallığa veya meşruiyete sahip olabileceği de hatırlanmalıdır.
Kısacası, çok farklı ordular tarafından gerçekleştirilen, oldukça karmaşık ve farklı bir müdahaleler tipolojisi mevcuttur. Bunu basitten karmaşığa giderek betimlemeye çalışalım. İlk olarak, her ordu, eğer bu ismi taşımak istiyorsa, bir dizi meta-soru üzerinden toplum, siyasal erk ve devletle olan ilişkisini tanımlamak zorundadır. Bu noktada, bir orduyu operasyonel anlamda da güçlü kılan, teçhizat veya teşkilat şemasından öte (profesyonel ordu, zorunlu askerlik hizmeti, vb), bu sorulara getirdiği olabildiğince net cevaplardır. Zira bu cevaplar tümüyle mevcudiyetini ve içerisinde konumladığı meşruiyet çerçevesini tanımlar. Bu soruların arasında en temelde olanı şu kısacık cümleyle ifade edilebilir: Kim için, kimin emrinde, neden ve hangi amaçla savaşacağım? Herhangi bir silahlı gücü (örneğin bir çeteyi) veya bir paralı asker gurubunu modern anlamdaki ordulardan ayıran da yine bu soruya verilen cevaptır. Bu minvalde, Batı Avrupa’da mutlak monarşinin tesisinden bu yana yavaş yavaş vücut bulan ve devletin zor kullanma gücü tekelinin uzantısı bürokratik bir aygıt (maaşlı personel, vb.) olarak ortaya çıkan ordu (tüm o yeni değerler sistemi ve normlarıyla) görece çağdaş bir olgudur (Romanın lejyonları ve Osmanlının yeniçerileri kısmen hariç tutulabilir). Bundan ötürü, bu dönem öncesindeki silahlı güçleri/savaşçıları da bugün anladığımız şekliyle “ordu” olarak nitelemek, Keloğlan’a futbol oynatan çizgi film yapımcılarının düştüğü anakronizme düşmek olacaktır.
O halde, sıklıkla Afrika, Ortadoğu ve bazı Latin Amerika ülkelerinde gözlemlenebilen birtakım askeri müdahaleleri “tasnif dışı” bırakabilir veya tipolojimizin en alt kısmına yerleştirebiliriz. Zira bu müdahalelere konu olan ülkelerde modern anlamıyla bir ordunun hatta devletin varlığı dahi şüphelidir. Elinizdeki metnin yazarının da örneğin Ruanda veya Fildişi Sahili’nde şahsen gözlemlediği üzere, ordu, dış itibar göstergelerine (rütbeler, flamalar, binalar, okullar vb.) sahiptir ancak içerikten yoksundur. Toplumdaki etnik, dini veya sınıfsal kırılmalar, orduda doğrudan bir karşılık bulabilmekte, tüm iç hiyerarşiyi, yükselme kriterlerini veya bölünmeleri belirleyebilmektedir. Kolonyal geçmişin izlerini taşıyan ve daimi surette etnik aidiyetler üzerinden işlemiş bu “ordumsu” yapılarda devlet sorunsalı tamamıyla ikincildir. Dolayısıyla burada “sınır” fikrinin kendisi dahi yoktur ve askeri darbeler, oldukça genç sayılabilecek askeri şeflerin önderliğinde, sadece kişisel hırs ve iktidar arayışı için yapılmıyorsa tabii, genellikle bir etnik veya dini gurubu ya da hâkim pozisyonda olan bir diğer kabileyi defetmek için kullanılan sıradan bir siyasal araçtır. Latin Amerika’nın bazı ülkelerindeki caudillo geleneği, Ortadoğu ve örneğin Libya’da ordunun ve devamında da devletin bir oradan bir buraya savrulmasına yol açan kabileler arası gerginlik ve çatışmalar ve elbette çoğu Afrika ordusu ve devletinin kaderi olmuş etnik mücadeleler bu minvalde verilebilecek sayısız örnekten sadece birkaçıdır. Durkheimci bir dille ifade etmek gerekirse burada, toplumsal morfolojinin farklılaşmalar içermeyen yapısı ne devletin ne de ordunun az çok özerk bir alana veya otonomiye sahip olmasına olanak tanımaz. Tabiri caizse, toplumsal fay hatları kışlanın tam altından geçer ve en ufak bir zelzele, kolonları zaten çürük barakaları yerle bir eder.
Militarizm veya Pretoryanizm gibi kavramların gönderme yaptığı askeri müdahale tipolojisi ise tamamıyla farklıdır. Burada tam tersine, ordunun neredeyse fazlasıyla bürokratikleşmesi, izole olması ve kendisini devletle fazlasıyla özdeşleştirmesidir söz konusu olan. Bu pek de şaşırtıcı değildir zira modernleşme literatürünün de gayet sarih biçimde ortaya koyduğu üzere, Brezilya, Arjantin gibi bazı büyük Latin Amerika ülkelerinde veya Türkiye’de, ilk etapta bir güç istemi olarak ortaya çıkan merkezileşme veya batılılaşma öncelikle devlet ve onun silahlı kanadı ordu üzerinden gerçekleşmiştir. Burada paradoks şudur ki; 19. yüzyılın başından itibaren, dar anlamıyla Batı Avrupa dairesinin birincil çeperindeki ülkelerde ilk olarak boy gösteren modern askeri müdahaleler; modernleşme sürecinin ürünü modern orduların, bir kanadını oluşturdukları modern devletleri, daha güçlü bir modernleşme adına hedef aldıkları bir tür kapsama/içerme hareketidir. Diğer bir ifadeyle, içe, devletin kendisine yöneliktirler (coup d’Etat); devlete, yine devlet adına çeki düzen vermektir söz konusu olan. Veya bir analoji kurmak gerekirse, Lamarck’ın, “bir organ fazla kullanılıyorsa, o organ gelişimini sürdürerek daha etkin bir yapı kazanır” ifadesinde olduğu üzere, askeri organın fazlasıyla büyüyerek devlet bedeninin tümünü kapsamasıdır mevzu bahis olan. Karşılaştırma yapmak için bir örnekle yetinelim. Elbette tüm modern ordular, doğaları gereği, devleti ve onun güç kullanma tekelini temsil ederler. Ancak devlet fikrinin kendisinin bu derece fetişleştirilmesi zaruri değildir. Örneğin, Fransız ordusunun kurucu kimliği, “vatan” (patrie) fikri üzerinden şekillenmiştir; şiarlarından biri, sınır savunmasını ifade eden “on ne passe pas” (buradan geçmiyoruz/geçilmiyor) ifadesidir. ABD ordusu daha da ilginç bir örnek sunar, alt seviyedeki kadrolarının çoğu gittikçe “yabancı” kökenli askerlerden oluşan bir ordu, muharebe kabiliyetini ve inatçılığını, milli referanslardan ziyade, “iyi yapılmış iş” (good job) üzerinden kurabilmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti orduları ise uzun bir dönem boyunca pretoryanizmin en mümtaz örneklerinden birini sunmuştur. Özellikle subay kadroları seviyesinde, zamanında askeri ortaokullara kadar inen okul ağıyla, her şeyini devlete borçlu olan, devlet dışında ne bir mevcudiyeti ne de bir varoluş ritmi olan bir askeri zümre teşkil edilebilmiştir. Vatan veya millet gibi diğer kurucu tematiklere kıyasla “devlet fetişi” her zaman bir adım önde olmuştur. Devlet ve milletin yüksek çıkarlarını ait olduğu kurumun çıkarlarıyla eş gören, dolayısıyla bunları yorumlama tekelini de kendisine veren Türk subayı, kışladaki eriyle kurduğu paternalist ilişkisini (“oğlum” ifadesiyle çağrılan er) milletin geneliyle olan ilişkisine de kolayca yansıtabilmiştir. Aktarılan bu hususi ethos (değerler sistemi), subayın tüm yaşamını geçirdiği kışla ve ortak mekânlarda sürekli biçimde yeniden üretilmiş ve sivil dünyayı yakın olduğu kadar uzak bir “öteki”ne dönüştürmüştür. O halde burada söz konusu olan, bir nevi radikal profesyonelleşmedir. Her orduda karşılaşılabilecek bazı militer değerler (cismani hedefler peşinde koşmaları hasebiyle sivilleri küçük görme, üstünlük duygusu, menfaatsizlik söylemi, vatanseverlik, hizmet vurgusu, devletin ve milletin üstün çıkarlarını ordunun çıkarlarıyla özdeşleştirme ve bu çıkarların tek gerçek temsilcisi olma iddiası, vb.) Türk ordusu örneğinde mutlaklaştırılmıştır. Türk modernleşmesinin izlediği yol ve özellikle cumhuriyetin ilk yıllarında orduya biçilen “okul” görevi bu değerleri kuşkusuz daha da pekiştirmiştir.
Bu derece kendini yalıtmış, görece özerkliğini kesintisiz muhafaza etmiş ve iktidarını da devlet aygıtının hemen her noktasına uzun bir dönem boyunca yayabilmiş bir kurumun siyasete müdahalesi ve çeşitli çıkar gruplarıyla ilişkisi de farklı biçimler almıştır. İlk olarak, Türk ordusu gibi fazlasıyla devletleşmiş ordularda, yukarıda verilen Afrika orduları örneğinin aksine, toplumsal kırılma ve gerilimler bünyeye doğrudan aksetmez. Ordu, doğrudan birinin, bir şeyin veya bir siyasal doktrinin hizmetine nadiren girer. (Örneğin Kemalizm, burada, sadece çok genel bir referans, safları sıklaştırmanın bir aracı olarak işlev görür; içi her defasında farklı şekillerde doldurulmaya müsaittir.) Bu, ordunun sınıflar-üstü, tarafsız bir konum işgal ettiği anlamına gelmez. Kendi içerisinde şiddetli mücadelelere sahne olmadığı (ordunun çok-parçalılığı) ya da bizzat toplumsal mücadelelerin nesnesi olmadığı anlamı da çıkmaz bundan. Sadece, toplumsal çatışma ve kırılmalar ve bizzat kendi içerisindeki çatışmalar, hatta ve hatta orduya yapılan müdahale çağrıları da, kristal bir askeri prizmadan geçerek, devlet sorunsalı ve kurumsal değerler/çıkarlar çerçevesinde okunur. Örneğin devletin ve ordunun bekası, 1960 müdahalesinde olduğu gibi oldukça kapsamlı bir reformizme de veya 1980 darbesi sonrasında olduğu gibi komünizmle mücadeleye de sevk edebilir.
Türk ordusu gibi pretoryen bir ordunun müdahale biçimleri de çeşitlilik gösterir. Yönetime doğrudan el koyma ve geçici bir süre için bile olsa orada kalma gibi bir opsiyon ne zaruri surette tercih edilendir ne de buna gerek vardır. (Franco tarzı bir askeri diktatörlük Türk pretoryanizmine yabancıdır. Hatırlatılmalıdır ki; uzun yıllar boyunca iktidarda kalan ordu, ordu olmaktan çıkar). Pretoryen iktidar, her şeyden önce, devletin silahlı aygıtı olan ordunun son analizde hakemlik ve veto yetkisini elinde bulundurmasıdır. Aynı şekilde, ordunun, siyasal alana ve toplumsal mücadelelerin akışına belirleyici müdahalelerde bulunarak (1960 ve 1980 darbelerinin yol açtığı toplumsal dönüşümleri hatırlayalım) siyasal sistem içinde merkezi bir yer işgal etme sürecine de gönderme yapar. Bu özellikler modern pretoryen olarak adlandırabileceğimiz bir devlete biçim verir. Bu devletin en büyük özelliği, orduyu merkeze alan ve onun vesayeti altında yapılanan bir siyasal sistemin varlığıdır. O halde bu sistemde askeri müdahaleler kurumsallaşmıştır; tankların sokağa inişiyle simgelenen bir darbe gecesinin anlık karakterinin çok ötesinde, süreklilik ve kurumsallık arz eden bir askeri iktidar söz konusudur.
Metnin başında da bahsettiğimiz ve pretoryen iktidara zaten içkin olan sınır meselesi, burada, Türkiye örneğinde, çok daha girift bir biçime bürünür. Bürokratik alanın bir alt alanı olarak askeri alanın sınırları resmiyette bellidir; aynı şekilde siyaset alanın sınırı ve meşruiyeti de açıkça ortadadır. Lakin gerek bazı kurumsal mekanizmalar vasıtasıyla (örneğin zamanında MGK gibi) gerekse de enformel düzeyde bu sınırlar her iki taraftan da ihlal edilir. Dolayısıyla, askerin siyasete müdahalesi olduğu gibi, sivilin de askere müdahalesi ve sıklıkla çağrısı mevzu bahistir. Siyasal alanın genel sınırlarını; bu alanda dillendirilmesi meşru olanın veya olamayanın sınırlarını ve yine bu sınırlar içerisine buyur edilecek veya bu sınırlar dışarısına atılacak aktörleri veya grupları (örneğin bir zamanlar Kürt hareketini) belirlemede kışlanın yolu herkese açıktır. Kısacası bu sistemde askeri müdahalelerin kendine özgü bir meşruiyeti vardır. Sınır sorununu fevkalade karmaşık hale getiren ve Türkiye örneğini uzunca bir dönem ilgi çekici kılmış olan da bu katmanlı ve uzun soluklu muğlâklıktır. Parlamenter bir siyasal rejimin tüm karakteristikleri görünürde yerindedir, ancak mutlak iktidarı elinde tutan kutsal klientalist tapınağın (Devlet) nimetlerinden yararlanmaya can atan rakip siyasi rahiplerin mücadelesi şiddetlendiğinde bu sınırlar giderek silikleşir. Hele hele içlerinden bazıları, girişteki tapınak muhafızlarını (ordu) yanlarına çekmeye çalıştığında ve rakiplerini itibarsızlaştırarak muhafızlardan onların kellerini almalarını istediğinde, bu durumdan faydalanan muhafızlar ise kendi özerkliklerini ve meşruiyetlerini her defasında daha da güçlendirdiğinde sınırlar neredeyse kaybolur. Bazıları bu oyuna daha sonra Türk tipi checks and balances diyecektir. Meali: Modern tipte bir kadastro faaliyetinin uzunca bir zamandır nesnesi olmuş lakin tarla ihtilaflarının halen canlılığını koruduğu, sınırların hem var hem yok olduğu, sıklıkla sadece kırık dökük birkaç çitin haneleri birbirinden ayırdığı, komşunun komşuya, hepsinin de köyün jandarmasına, jandarmanın da buradan ne çıkarırım edasıyla tüm ahaliyle baktığı bir köydeki değişken geometrili bir sınır ihlalleri oyunu; kısacası ne jandarma sultası ne de kahvenin iradesi… Kırmalıklar, iç-içe girmeler, “ortaya karışık” haller, aynen o köyün sıradan bir gününde de yaşananlar gibi; gündelik sınır tecavüzleri, rol ihlalleri, “oldururuz” ifadesinde kendi bulan mikro-darbeler; yine bir tarla ihtilafı sebebiyle amcasını vuran yeğen, köyün üst tarafındaki ağaçlık alanı orman arazisi statüsünden düşürüp imara açtırabilmek için ateşe veren köylüler ve ormancı, yangına itfaiye ile birlikte müdahale eden ama kendisi de emlak işine girmeyi düşünen jandarma astsubayı; kısacası yeni bir kurumsallık içeren kırma rol stokları, birbiri içine girmiş alanlar, eylem repertuarları. Döndük mü başa? Diğer taraftan, haliyle, sürekli bir tedirginlik ve güvensizlik hissi; “bunu dedi, ama aslında şunu demek istiyor” türünde sorgulamaların sürekli yönelttiği yorumsamacı mesai; Gadamer’i dahi şaşırtabilecek hermeneutik cümbüş; ve elbette noterler (neden bu kadar çoklar bu ülkede?), ıslak imza fetişizmi; komplo teorilerine yönelik bitmek bilmeyen derin ilgi: derin devlet, derin tarih, derin insanlar, üst akıl, resmin bütününü görelim…
Sahiden, 15 Temmuz gecesi düğmeye kim bastı? Ya devletin tümüne sızmışlarsa? O yine rahatça uyuyamadığımız gecelerden birinin havada asılı kalan sinir bozucu soruları. Sızmak? Neden? Ne yapmak için? Fransız devletine de sızmak isteyenler var mıdır acaba? Sızmadılar efendim, onları zaten oraya bunlar yerleştirdi diyor, televizyondaki yarım-âlimlerden biri, hayıflanarak, keşke zamanında biz sızsaydık der gibi. Sızılır elbette diyorum kendi kendime; devlet, devlet değil de sıradan bir klientalist aygıt olursa sızılır tabii diyorum, daha önce de başkalarının çokça sızdığı gibi. Bu arada, kamudan binlerce kişinin bir günde açığa alındığı haberi düşüyor ajanslara; acaba biz imzacıları da arada hallederler mi diye bir an düşünürken Weber ve bürokrasi tarifi düşüyor aklıma, geçen derste anlatmıştım da… Kalkıyorum yerimden, kütüphanemin bulunduğu odanın kapısını hışımla kapatıyorum. İçim sıkılıyor, kanal değiştiriyorum, bin yıllık devlet geleneğimizden dem vuruyor bir başka aklı-evvel, alt bantta Cumhurbaşkanımızın şu sözü geçerken, “Devleti sıfırdan kuracağız”, evet, kentlerimizi de kurduğumuz gibi diyorum içimden. Bu arada aklıma yine Oslo geliyor, o güzel ufak 100 yıllık balık lokantası. Sahi, Norveç devletine de sızmaya çalışanlar var mıdır acaba? Bu esnada, “enterne” edilmiş Genelkurmay Başkanı’nın görüntüsü kaplıyor ekranı, boğazı morarmış; ardından da birbirleriyle çatışan askerlerin görüntüleri; linç enstantaneleri. Tez danışmanımla yaptığım Ruanda seyahatini hatırlıyorum bir anda, oralarda olurdu böyle şeyler, oralarda pek yaygındı böyle ordular. Arjantin orduları düzeyinden Ruanda orduları seviyesine geçiş. Peki neden? Gerçi orduda hep klikler olmuştu ve bu ordu Talat Aydemir vakasını da yaşamıştı diyorum kendi kendime. Ama kurumun çıkarları hep baskın gelmişti. Oysa bu sefer farklı, her siyasal fay hattını içeriye kırarak yansıtan, içerideki mücadelelere de yön ve biçim veren o kurumsal prizma, namlusu binaya dönük biçimde genelkurmayın girişini kapatmış o tankın paletleri altında artık paramparça, o yaklaşık iki yüz yıllık hususi ethosla birlikte. Son dönemin fevkalade şiddetli kadastral alt-üst oluşlarının, böylesi hiç görülmemiş normatif ve siyasi depremlerinin, müdahalelerinin ordudaki tezahürü mü acaba? Bu durumda zaten başka ne beklenebilirdi ki diyorum kendi kendime? Eski kadastral parseller de pek matah değildi, sınırları fevkalade muğlâktı ama yine de az çok öngörülebilir bir hat sunuyorlardı diye düşünürken bir anda irkiliyorum. Muhafazakârlık sözcüğünün ilk defa, hiç olmadığı kadar kulağıma hoş geldiğini fark ediyorum. Ben aslında gizli bir “muhafazakâr” mıyım yoksa? Tanrım, ter basıyor bir anda! Hem kafayı dağıtmak hem de hafızamı tazelemek için elim doktora tezime uzanıyor gayri ihtiyari; bir taraftan da lanet olsun yine mi karşıma çıktın sen dercesine bir bakış fırlatıyorum ona; ne güzel kaybolmuştun işte, yeni nesne-sevgililer yapmıştım ben kendime, ne güzel gündelik hayat, çoklu benlikler, vb çalışacak, gül gibi yaşayıp gidecektim işte diyorum kendi kendime. Bu arada o fevkalade sinir bozucu flaş haber sesi dikkatimi tekrardan televizyona yöneltiyor. “Kuleli Askeri Lisesi de kapatılacak”, öyle diyor spiker. II. Mahmut’un kemikleri sızlıyordur diyorum kendi kedime. Kurumları yıpratmayalım ama kapatalım; neden olmasın diyorum kendi kendime. Bu arada yine Ruanda geliyor aklıma; Fransız misyonları ve bu misyonların yerel yetkililere sürekli sundukları yeniden yapılandırma programları: bunu kapat, şunu aç, bunu tekrar kapat. Paris’e dönüşte ise, o muhteşem mimarisiyle place Joffre’ta yer alan, XV. Louis döneminden kalma ve Napolyon’un da zamanında eğitim gördüğü ve halen de işlev gören Ecole militaire’de, bir hafta öncesinin aç/kapa sevdalısı Fransız yetkililerin bambaşka halleri. Aç-kapa demişken, ben tüm bunları düşünürken mutfakta levyenin giderindeki ufak bir sorunu halletmeye çalışan Ahmet abi odaya giriyor; televizyondaki hukukçu OHAL’e ilişkin mevzuattan bahsederken, kendince yapıştırıyor yorumunu: “Aman hocam boşver mevzuatı; sen kendi işine bak, aklını kullan!” Cümleler çok tanıdık geliyor, tebessüm ediyorum hafifçe; tam bu esnada ekliyor: “Yalnız sizin tesisatın da komple değişmesi lazım hocam!”; televizyonda o flash haber tekrar tekrar geçerken: “Devleti sıfırdan kuracağız”…
Uyandırmayı da geçtim artık, uyumak istiyorum sadece, sadece uyumak…
Kaynak: Toplumsal Tarih Dergisi, Sayı 273, Eylül 2016.
Dipnotlar
- E. Goffman, Les cadres de l’expérience (Frame Analysis, 1974), Paris, Editions de minuit, 1991, s.22.
- Cengiz Çandar, “Hukuk devlet”inden ne kaldıysa…, Radikal, 2/3/2016.
- La place privilégiée des forces armées dans le contexte politique turc contemporain: une étude sur le pouvoir militaire en Turquie (Doktora tezi, Université de Paris 1 Panthéon-Sorbonne, 2004). Kitaplaştırılmış Türkçe ve Fransızca versiyonu: Le militaire et la politique en Turquie (Paris, Harmattan, 2005); Türkiye’de Asker ve Siyaset (İstanbul, Kitap Yayınevi, 2008).
- Bu aralar kendileri de uyku problemi yaşayan sevgili Ahmet Nezihi Turan, Ümit Kurt, Ercan Geçgin ve Yalçın Çakmak’a metne yönelik yaptıkları yerinde eleştiriler için teşekkürü bir borç bilirim.