Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi (ÇOMÜ) Resim İş Öğretmenliği Anabilim Dalı Başkanı Fatih Balcı, 28 Ağutos’ta başlayarak 5 Eylül’de ‘Tuzlu Su’ ana temasıyla gerçekleşecek olan İstanbul Bianeli’ne doğru 10 gün süren bir yürüyüş gerçekleştirmişti. Biz de bu yürüyüşün asıl hikayesini merak ettik ve öğrenmek için kendisine sorular yönelttik.
Balcı 5 Eylül’de 2015 tarihinde gerçekleşen ‘Tuzlu Su’ ana temalı İstanbul Bianeli’ne, Çanakkale Boğazı’ndan iki şişe içerisine doldurduğu tuzlu su ile 10 günlük bir yürüyüşün ardından katıldı. Balcı’nın sanatçı arkadaşı Recep Aksu ile ‘performans sanatı’ olarak gerçekleştirdiği yürüyüşün amacını, fikrini ve hikayesini öğrenmek için kendisine sorular yönelttik.
İşte Balcı’nın Çanakkale’den İstanbul’a 10 günlük yürüyüş hikayesi;
Bianel için neden böyle bir yürüyüş gerçekleştirdiniz?
”Bu yıl İstanbul Bianeli’nin teması tuzlu suydu ve bende uzun süredir bu performans çalışmasını düşünüyordum, bu sene uygun düştü çünkü Çanakkale Savaşı’nın 100. yılıydı ve bianelin temasıda ‘Boğazdaki Tuzlu Su’ydu. Bizde, Türkiye’de iki boğaz olduğunu ve eğer boğazın tuzlu suları sosyal ve kültürel meselelerin derinliğini gösteriyorsa Çanakkale Boğazı’nın göz ardı edilemeyeceğini düşündük. Bu tuzlu suyu iki boğazı birleştirmek bağlamında oraya götürmek mantıklı geldi. Koşulların daha uygun olduğuna karar vererek tuzlu suyu şişelerle aldık ve üzerlerine performansımızın ismini yazarak İstanbul’a yürüdük.”
Böyle bir çalışmayı daha önce gerçekleştirdiniz mi?
”Bu bir ‘Güncel/Çağdaş Sanat Performansı’ydı. Sonuç olarak güncel sanat denilen bir tarz var ve bunlar sanat eylemleri olarak sayılabiliyorlar. Daha öncede güncel sanat disiplini içinde işler yaptım ancak bu çeşit bir performans sanatını gerçekleştirmemiştim.”
Peki bu performansın ana fikri nedir?
”Türkiye’de yaşayan tüm sanatçılar ‘İstanbul Bianeli’ gibi önemli bir etkinliğe “varmayı” arzularlar. Biz de yürüyerek oraya varmayı amaçladık. Yürüyoruz, gidiyoruz ve İstanbul Bianeli’ne varacağız diyoruz. ‘Yani amaç yürüyüşün zorluğu arayıcılığıyla, sanatçı olarak varolabilmenin güçlüğünü göstermek.’ Çünkü oraya varmak için 350 km yürüyorsun. Aslında bianel gibi bir yerde var olmak, olabilmek ve görülebilmek için göstermen gereken çabanın sembolik bir ifadesi. Sonuçta İstanbul Bianeli çok büyük bir organizayon, çok büyük paralar harcanıyor ve küratöryal sistemin bir parçası. Bu global bir sistem ve birbirleriyle ilişki içerisindeler. Orda varolabilmek için bir şekilde kendini kanıtlaman, kendini kabul ettirmen gerekir. Buda sanatçının bugünkü durumuna ilişkin bir tesbit aslında. ‘Bir nevi anafikir için sanatçının bir fügür olarak gözden düşdüğünün sembolik bir ifadesi.’ ”
Sizce bu yapı tekelleşmiş bir yapı mı?
”Elbette bu bir yapı ve tekelleşmeye doğru zaten gitmiş. Bu durumda bizim bildiğimiz içten, itiraz getiren, kendi gücüyle üreten sanatçı, elinde bavuluyla iş arayan standart bir işçiye dönüşüyor. Bizim bildiğimiz anlamda sanat ve sanatçı toplumsal olana mesafesini koruyan bir tipolojidir. Toplumu eleştirmek, anlamak ve kavrayabilmek adına toplumun içinde durmaz, toplumsal olana belli bir mesafe ile bakar. Ama bu durumda sanatçı günlük rutinin içinde, toplumsal olanda dolaysız erimeye başlıyor. Bu durumda ise sanatçı özne olmaktan nesne olma konumuna doğru ontolojik bir kayma yaşıyor. Bu anlamda bu sistem yan etki yaratıyor yani büyük işler yapılırken sanatçının özgürlüğünden ve yaratıcılığından tavizler verilmesi ve bunların askıya alınması söz konusu haline geliyor. Sonuç olarak dediğim gibi, bütün sanatçılar bianel gibi bir yere varmayı ve orada olmayı amaçlarlar. Ne biz İstanbul Bianeli’ni tanıyoruz ne de onlar bizi tanıyor peki nasıl olacak bu iş diye soracak olursanız. Biz sanatçı tavrıyla sonuçları tırnak içine alarak şişe tuzlu suyumuzu alıyoruz ve sadece kendimize dayanarak onlara diyoruz ki biz bianele varmaya geliyoruz. Bu bir sanatçı tavrıdır. Napıyor onlar da düşünüp taşınıp buyrun gelin diyorlar. Böylece kendi başınıza da orada olmanın yada sanatçı olarak var olmanın bir yolu olduğunu göstermiş oluyoruz.”
Bu tür performansları devam ettirmeyi düşünüyor musunuz?
”Bu tür performanslar belki biraz zor ama buna benzer çalışmalar daha önce yaptım. Mesela bu işlerin ilki olarak yine aynı bu mantıkla varolmayan bir sergi yaptık. ‘Hacet’ adı altında 15 tane uluslararası sanatçının bir araya gelip İstanbul’da bir ay boyunca sergi açtığını söyledik, işlerini gösterdik, web sitesi açtık, cv lerini koyduk ancak öyle bir sergi yoktu. Burada ki amaç acaba sanatsal sistem İstanbul’un göbeğinde bir serginin olup olmadığını anlayabilecek mi? Bu duyuru gazetelerde, internet sitelerinde çıktı ama bir kişinin dışında kimse serginin varolmadığını anlamadı. O kişide beni arayıp hocam verdiğiniz adreste tostçu var dedi. Bu durum da sergilerin, sanatçı olduğunu iddia eden insanların isimlerinin medyada dolaşması için gerekli bir aracıya döndüğünü gösteriyor. Bizim amacımızda zaten buydu. Yani amaç sergi değil, sergi aracılığıyla adının medyada dolaşması. Biz bunun adını ‘dolaşım’ koyduk çünkü medyada adın dolaşımı önemlidir. Zaten medyatik bir dünyada yaşadığımız için Sanat bu medyatik dünyaya eklemlenmiştir. Düşünün sergi duyurusu yapılırken 13 yerde çıkmış, olmadığı anlaşılınca 60 yerde çıkmış. ‘Aslında bir serginin varolmaması olmasından daha çok ilgi çekmiş’.”
Peki bu yaptığınız çalışmalar neleri ifade ediyor hocam?
”Bunlar sanat sisteminin işleyişinin neliği üzerine düşünmelerden kaynaklı şeyler. Yani bunlar içerden bir okuma hep. Sanat dünyası nasıl çalışıyor, nasıl işliyor yani bütün bunlar sanat sisteminin ileyişi ile ilgili meseleler.”
Peki hocam performans sonunda bianel ile nasıl bir görüşmeniz oldu?
”İşin ilginç yanı o, şu anda benim şişelerim İstanbul Bianel’de sergileniyor. Gitmeden önce bianel küratörü ile iletişime geçmiştik. Kendilerine Çanakkale iki boğazdan aldığımız tuzlu suyumuzu sizlere getirmek istiyoruz dedik. Tabi bunun altında bir metin daha var. Biz düşündük ki Türkiye’de iki tane boğaz var, Çanakkale Boğazı ve İstanbul Boğazı. Bianel küratörü ‘İstanbul Boğazı Tuzlu Su Teması’nı, sosyolojik ve kültürel derinliğin ve geçişkenliğin sembolik bir ifadesi olduğunu düşündüğü için seçmiş. Bizde orada tuzlu su varsa burada da var, orada boğaz varsa burada da var unutma burayı diyerek, iki şişe tuzlu suyumuzu öylece götürdük.”
Peki kaç gün yürüdünüz, yolda nelerle karşılaştınız, nasıl anılarınız oldu?
”Yol on gün sürdü. Yolculuk sırasında insanlar bize sempatiyle bakıyorlardı. Özellikle arabalar, kamyonlar sürekli bize korna çalıp selam veriyorlardı, çaya davetler alıyorduk. İstanbul’a yürüyoruz dediğimizde şaşırıyorlar çünkü çoğunlukla bisikletli insanlar görmüşler fakat yürüyen insan hiç görmemişler. Mesela bir keresinde ellerimizde sopalarımız vardı onlarla yürürken Marmara Ereğli’sinde yaşlı bir teyze oğlum siz napıyorsunuz dedi. Kendisine biraz izah etmeye çalıştık, oda bize çok hoşuma gitti eski dervişlere benziyorsunuz dedi. İçimden tamam işte dedim, çünkü dervişler hakkın teslimi için çile ve acı çeken adamlardır, bizde sanatı anlatmak için çile çekiyoruz ve bu yüzden kendimizi biraz dervişe benzetiyoruz. O sopalarıda bi parça o yüzden almıştık yanımıza.”
Eren Aşnaz – PressHaber.com