Beat Jenerasyonu’nun öncüsü Jack Kerouac‘ın kült romanı On the Road (Yolda)’un, uzun yıllar sonra ciddi bir şekilde filme çekilmesi konusunda geçtiğimiz yıllarda –The Motorcycle Diaries’den sonra- girişimlerde bulunulmuştu. Francis Ford Coppola‘nın uzun yıllar film çekim haklarını elinde bulundurması belki de filmin çekilmesi için büyük bir şans oldu. Daha önce Johnny Depp, Brad Pitt ve Colin Farrell gibi isimlerin oynaması koşuluyla Coppola‘ya teklif sunulmasının haricinde hikaye, çekim için birçok isim arasında gitti geldi.
Rivayet odur ki Coppola, The Motorcycle Diaries‘i görüp, önce Jose Rivera‘nın senaristliğine ve daha sonra Walter Salles‘ın yönetmenliğine hayran kaldı. Ve bu filmden sonra On The Road için daha da ciddi girişimlerde bulunulmaya başlandı. Sal Paradise‘i, diğer bir deyişle Jack Kerouac‘ın alter egosunu Sam Riley ve Dean Moriarty (Neal Cassady)’i Garett Hedlund‘ın canlandırdığı filmde, bu iki isme ek olarak Kristen Stewart, Kirsten Dunst, Viggo Mortensen (William S. Borrough), Tom Sturridge (Allen Ginsberg), Amy Adams, Elizabeth Moss ve Steve Buscemi gibi isimler eşlik ediyor.
Central Do Brasil, The Motorcycle Diaries ve son olarak Linha De Passe gibi filmlerle rüştünü ispat eden Walter Salles’a senaryoda yine Jose Rivera‘nın eşlik ettiği film; dünya prömiyerini geçtiğimiz yol Cannes Film Festivali‘nde yapmıştı. Jack Kerouac‘ın yarı-otobiyografik büyüleyici romanından uyarlama demek yerine –zira yıllar boyu projeye el atmak isteyen herkesin uyarlaması konusunda ihtilafa düşülmüş, neredeyse imkansız ve de meşakatli olduğu söylenmiş– orjinaline sadık bir şekilde çekilmeye çalışılan film; Kerouac‘ın yalpalı yazınına binaen, babasının ölümünden sonra yaşama ve yazma ilhamını kaybetmiş, coşkusuz genç yazar Sal Paradise ile kompülsif derecede hazcı, amoral ve maceraperest Dean Moriarty‘nin Amerika’nın bir ucundan diğer ucuna yaptığı fiziksel ve iç yolculuklarına odaklanıyor.
“Senin yolun hangisi oğlum? Mübareklerin yolu mu, delilerin yolu mu, gökkuşağının yolu mu, süs balıklarının yolu mu, yoksa her yol mu? Herkes için her yerde bir yol var nasılsa. Kim nerde nasıl?”
Olağanüstü etki uyandıran bir akımın, bir akımın ruhunu tamamen yakalayan roman gibi filmde de yönetmen Walter Salles, tüm bu hikayenin ve yolculuğun tetikleyici etkisi Dean Moriarty‘nin hikayesiyle şekillendiriyor sahnelerini. Öyle ki Jack Kerouac da bu etkiyi kitapta “Dean Moriarty’nin gelişiyle ömrümün yollarda diye adlandırabileceğim bölümü başladı.” diyerek tanımlıyor. Caz, şiir, ayak bastıkları coğrafyanın etkisi, uyuşturucu ve bedenlerini özgürlüğe kavuşturdukları, adeta nihai kurtuluş olarak gördükleri seks çevresinde dönen yolculukları, hedonizme değen yanlarıyla olduğu kadar buhranlı vakitleriyle de bu karakterler aracılığıyla unutulmaz bir hal alıyor. Jack Kerouac‘ın caz gibi, spontane ve ‘nasıl yaşanmış/konuşulmuşsa öyle yazma’ tekniğiyle yazdığı bu yalpalı, düzensiz ve epizodik yapının peliküle gerçeğe yakın bir şekilde dökülmesi elbette ki neredeyse imkansız. Walter Salles‘ın bu noktada dönemin ve bu ruhun etkisini sağlamak ve hikayenin özüne sadık kalmak adına romandan alıntıları anlatıcı yoluyla aktarması, romanı hatırlatan bir kaç detayı sahnelere etkileyici kamera açılarıyla yedirmesi hikaye adına artı puan iken, film adına kolaya kaçılmış ve geçici bir çözümmüş havası veriyor.
Kerouac, bu spontane tekniği o ilham ve isteğin etkisi hafiflemesin diye yazına aktarırken bantlarla birbirine tutuşturduğu kağıtları daktiloya takıp yazarken, Walter Salles‘ın kurguda ve anlatısal yapıda bu tekniğe eşdeğer bir biçimi referans almaması ve sadece bu detayı göstermekle kalması filmin en dezavantajlı yanı olarak gözüküyor. Burada “..kimseye kendi kafa karışıklığımdan başka vaat edebileceğim bir şeyim yoktu” cümlelerini Kerouac‘ın bu epizodik anlatım gücünün tezahürü olarak sayabiliriz. Fakat bu anlatım filme sadece uzayıp giden dakikalar olarak yansıyor. Walter Salles‘ın, Kerouac‘ın “..hissediyorum hiç durmadan giden yolu ve yolun uçsuz bucaklığını” hissini vakiti uzatarak iletmeye çalışması tartışılabilir. Zira, romanı okuyanlar için tıpkı Kerouac gibi o yolu, o uçsuz bucaksızlığı hissetmek, onlar gibi yorgun düşmek roman için konuşulacak konuların başında gelir.
“Bir yola neden çıktığınızı bilmiyor olabilirsiniz. Yoldaki bu kalabalığın içinde ne işiniz olduğunu bilmiyor, hatta bunu sormuyor bile olabilirsiniz. Yolun sonunu merak etmemek gibi bir dinginliğin, sonsuza kadar yürümeye yetecek bir gücün sahibi de olabilirsiniz. Sizi yolculuğa çeken yolun sonu değil, yolun kendi de olabilir. Belki sadece gitmeyi seviyorsunuzdur. Kaçıyor da olabilirsiniz ya da böyle olduğunu sanıyorsunuzdur. Öyledir.”
Bir Jack Kerouac yazınının beyaz perdeye aktarımı mevzuu; her ne kadar romandan bağımsız bir biçimde, romanı okumadan izlenmesi namümkün olsa da, bunu yapanlar için film; özellikle William S. Burroughs‘nun alter egosu Old Bull Lee (Viggo Mortensen)’nin sahnede gözüktüğü anlar için keyifli hal alabilir, geri kalan kısımlar için de normal bir seyirlik olabilir. Fakat kitaptan haberdar, hatta hatim etmiş kısım için film; romandan içeri sadece soyut bir bakış, bir hissizlik hissiyatı yaratabilir. Ne yazık ki…
(Kaynak: EkşiSinema)