Bazı anlar vardır zihinlerimizde çocukluğumuza dair. Hayal mi gerçek mi olduklarını ömrü billah çözemeyiz. Bize anlatılanları, oradan buradan duyduklarımızı kurgulayarak bir görüntü yaratmış da olabiliriz, bizzat gözlerimizle tanık olduğumuz bu anlar zihnimizde mıh gibi tüm gerçekliğiyle çakılı da olabilir. Dediğim gibi hangisinin doğru olduğunu sınamak mümkün değil.
Zihnimde henüz iki buçuk üç yaşlarımda olduğum zamanlara dair görüntüler var. Harman dediğimiz köy yerinin ortasındaki yeşilliğin ortasında toplanmış insanlar. Aşağı yoldan üstü başı giyinik ama kan içinde yukarı doğru taşınan bir cansız beden. Kahverengi pantolonun dizine kadar yırtılmış sol bacağı. Hengame, çığlık, ağıt ve figanlar. Sonra evden bu kez kefene sarılmış halde çıkarılan ölü beden. Yine ağıtlar eşliğinde tabuta koyulması. Evin hemen çaprazındaki mezarlık içine açılan kocaman bir çukur. Çukurun büyüklüğünü görünce ölenin çok yaşlı olduğunu düşünmem. Çukuru eşerken kullanılan küreğin çıkan toprağa saplanması. Toprağın ıslak görüntüsü. Toprağın altında deniz olduğuna inanmam. Sonra bir kadının mezarlık duvarından ‘baba’ diyerek çukura atlamak istemesi.
Aslında ölü bedenin köy ahalisine korku salmış bir zalim olduğunu, herkesin onun ölümüyle büyük bir rahatlama yaşadığını o zaman da biliyordum. Ya da sonradan anladım. Fark etmez. Ama insanların bu kadar ağlamasına şaşırdığımı hatırlıyorum. Onun ölmesi güzel olmadı mı diye sorduğumu ve annemin ‘onun yatacak yeri bile yok ama ardında kalanlara yazık’ dediğini hatırlıyorum.
Ölü bedene saygının bir parçasının ardında kalanlara dair kurgulandığına inanırım yıllardır. Elbette sadece bu değil ama bilhassa kötü ünüyle can veren kimselerin bile cansız bedenlerine zulüm edilmemesi gerektiğini düşünürüm.
Ziyadesiyle ‘hassas’ bir konu olsa da örnek vermekte fayda var. Özgecan’ın katilinin hiçbir yere gömülemediği zamanlarda hatırladım en çok zihninim bir yerlerinde çağrılmayı bekleyen bu hikayeyi. Katil, tüm zulümleri hak eder iş görmüş olsa bile defnini maalesef ki kendisi ile bağı olan kimseler üzerinden, ardında kalanlar üzerinden tartışmalıydık. Oh olsun, çürüsün diyemeyeceğimiz kadar ona ait değildi artık bedeni.
Sonra babaannemi kaybettiğimiz o kış günü başka başka şeyler düşünmeye başladım. Babaannemin ölü bedenini ağabeyimle birlikte görmek istediğimizde morga kaldırdıklarını ve oraya geçişin yasak olduğunu söylediler. Haklılığıma tereddütsüz inanarak ‘babaannemi göreceğiz’ dedim güvenlik görevlilerine. Onlar da belki günde onlarca kez duydukları bu cümleye sanırsam tınısındaki ısrardan kaynaklı ‘buyurun’ diyerek yanıt verdiler. Morga girdikten sonra bir çekmece içerisinde çıkardılar hala güzel olan canım kadını. Ağabeyim yanacığına bir öpücük kondurdu. Ben sadece bakıp ağlayabildim. Cansız olunca babannem değil gibi geldi, öpmek içimden gelmedi.
Sonra o uğursuz kış gününde kendi isteği üzerine babaannemi köyümüze götürürken aklımda fırtınalar esti yine. Hava çok soğuktu, kardan yollar kapanmıştı ve yolculuğumuz uzadıkça uzuyordu. Ablam ‘çok üşüdü kadın’ dedi. Babaannemin o soğukta üşüyor olma ihtimali ciğerlerimi deldi gibi hissettim. Babaannemi soğuğu hissetmediğini biliyor ancak içimi ürperten o sızıyı engelleyemiyordum. Bu cansız bedenin bana ait kısmıydı. Ve söküp atmak mümkün değildi.
10 Ekim’de garın önünde kan deryası içerisinde belki yaşayan vardır diye bakındığımız anlarda bir polisin bile isteye- evet bile isteye- üzerini barış yazılı bir kumaş parçası –bayrak- ile örttüğümüz ölü bedenlerimize bastığını gördük. Bir avukat dostumun ‘yoldaşlarımıza basamazsınız’ diye haykırdığını hatırlıyorum. Sonra isyanımız. Yerde yatan ölü bedenlerimizin yoldaşlarımıza ve bize ait olduğunu iliklerimize kadar hissetmemiz. Gün boyu cansız bedenlerden kopmuş parçaları toplayıp, ceset torbalarına koyma çabamız. Her defasında içimizi kemiren o sızı. O bedenlerin taşıyıcılarından öte bir anlama mazhar olması. Artık barış talebimizin bile parçalanmış o bedenlerde anlamlanmış olduğu gerçeği.
Dersim’de bir çatışmada öldürülen kıymetli dostum Özgüç’ün cenazesini almak için Elazığ Adli Tıp Kurumu’na gittiğimizde bu kez bir tufana teslim ettim zihnimi. Sırf düşman diye bellediklerinden bizi 4 gün kurumun önünde beklettiler. Özgüç’ün işkence yapmak suretiyle parçaladıkları bedeninden çıkaramadıkları hınçlarını, anne babasına cenazeyi teslim etmeyerek sürdürdüler. İki kez teşhis için bizi morga sokup yüzünün parçalanmış sağ yanını gösterdiler. Lüzum yoktu. Ayaklarını görür görmez tanımıştık hepimiz Özgüç’ü. Ama onlar açısından mühim olan bu değildi.
Cansız bedenlere numaralar vermişlerdi. Onlar açısından bu cansız bedenler, morglarda kapladıkları alan ve dolap sayısıydı. Külfet ve ağırlık bundan ibaretti.
Sonra Aziz ve Eylem ile ölü bedenlere dair duydukları kinin hudutsuzluğuna tanık olduk. Taybet Ana evinin sokağında 7 gün boyunca bekletildi. Çocuğu ‘ellerini çok sıkmış, demek ki çok acı çekti’ demişti. Teşhir edilen çıplak bedenler, panzer arkasında iple bağlanmak suretiyle sürüklenen bedenler, tahrip edilen mezarlar.
Aslında tersi bir mantık ile öleni düşman olan belleyenlerin de ona sadece cansız bir beden olarak bakmadığını gösteriyor.
Kişinin canını acıtmak, temsil ettiği fikrin canını acıtmak, ürettikleri nefreti kusacakları bir zemin bulduklarında teferruata aldırmamak faşizmin içkin doğasıyla eşsiz bir uyum içindedir. Aysel Tuğluk ve düşüncelerinin, dolayısıyla onunla benzer mahiyette düşünenlerin canını acıtmak için 82 yaşındaki bir annenin defin merasimine saldırdılar. Her gün evinin penceresinden izlemek ve bunu vasiyet etmek suretiyle göz hakkı edindiği toprağın altında kalmasına izin vermeyerek toprak altından çıkarılmasına yol açtılar.
Ölümüze, dirimize yapacakları konusunda şaşırmaya artık gerek yok. Epey zamandır yok. Belki de hiç olmadı.
Onlar, Hatun Ana’nın cansız bedeninde birlikte yaşama arzumuzu, inşa etmek istediğimiz özgür geleceği, hasretinde kaldığımız güzel günleri gördüler ve buna saldırdılar. Azıcık etik davranmaları mümkün değil miydi? Vallahi değildi.
Bizim Hatun Ananın cansız bedenine yapılan zulümde gördüklerimiz ise değişimin kendisine güç verecek olandır. Candır, kandır. Duyduğumuz öfke inancımızdan, içimizi kemiren sızı umudumuzdan ileri gelir.
Bundan sonra herkesin içinde Hatun ana’dan bir parça vardır. Tüm toprakların altında Hatun ana yatmaktadır.
Hatun Ana kalbi atan ölü bir bedendir. Kalbi, vicdanlı kalplerde atmaya devam etmektedir.