Her şey apaçık ortadayken, gerçekleri anlatmanın bu kadar zor olması nasıl bir sancıdır? Hâlbuki bir tokat yese en fazla ikincisinde kendisi de karşıdakine elini kaldırıp vuracak ve bunu da meşru görebilecek insanlara; “oluk oluk kanı akıtılan” bir halkın mücadelesinin meşruiyetini anlatmaya çabalıyoruz.
Belki de cehenneme dönüştürülen Cizre, Sur, Silvan, Gever, Nusaybin ve Silopi’ye hiç gitmemiş hatta gitmeyi dahi düşünmeyenlerin “vatanın bölünmez bütünlüğüne” dair “duyarlılığı” sonucu, bir bütün Kürt ulusunun kendi topraklarında özgür, eşit, kardeşçe ve statü sahibi olarak yaşama isteğini “vatan hainliği”, “bölücülük” olarak değerlendirmesi ibretliğiyle uğraşıyoruz.
Filistin ne ise Kürdistan odur!
Yine Kürtler gibi talihsiz bir halk ve coğrafya olan Filistin’de eline taş alan çocukların, kendini korumak için barikat kuranın “kahraman”, ama yine en az Filistin halkı kadar haklı sebeplere sahip olduğu için direnen Kürtlerin, Kürt çocuklarının “terörist” olabildiği bir algıyla baş etmeye çalışıyoruz. Ki –bence zerre önemi yok- mesele din olsa, Kürtler de her Müslüman halk ne kadar Müslümansa o kadar Müslümandır. Ama sorun Türkiye sınırlarında ya da Türkiye’yi “ilgilendiren” sınırlarda yaşanınca, en Müslümanımız bile şeytanlaşabilmektedir. Filistin’deki direniş ne kadar haklı ise, Kürdistan’ın her metrekaresindeki direniş de o kadar meşrudur. İkisinin karşılaştırılmaya tabi tutulması sadece ve sadece ikisinden birini ayıran zihniyet olduğunda gündeme gelebilir.
Oysa daha doğmamış bebeklerin annesiyle birlikte ölüme yolculuk ettiği, 10 yaşlarında çocukların daha yeni kendisine gelmiş kanlarında boğulduğu bir zulmü anlatmak bu kadar zor olmamalı… Aynı Trabzon’un, Antalya’nın ya da Ankara’nın herhangi bir mahallesinde oturanlar gibi kendi mahallelerinde yaşayanların, evlerinin duvarlarına “Kurdun dişine kan değdi”, “Türk’ün gücünü göreceksiniz” yazılarının yazılmasıyla bile onları “göç etmek” zorunda bırakan sebebin ne olduğunun apaçık görülmesi beklense de; halkın kazılan “hendekler”, şehre inen “teröristler” yüzünden göç ettiklerinin propaganda edilmesiyle uğraşıyoruz.
Kendi dilinde konulması istenen adının nüfusa kaydedilmediği; anası-babası, kardeşi ya da herhangi bir amcası “faili meçhul” cinayetlerle katledildiği; kendisinden sevmesi beklenen, aslında itaat edilmesi istenen devlet sınırlarında linç edildiği, sokak ortasında katledildiği, bok yedirmek başta olmak üzere bütün insanlık dışı suçlara tabi tutulduğu 90 kuşağı Kürt gençliğinin halka dönük zulme “sessiz kalmamasının” ne kadar da yerinde olduğunu anlatamamanın utancını yaşıyoruz.
Yeter “Allah” aşkına, oy havar “Muhammed” “İsa” aşkına!
Kürt anaların kendi evlerinin yerle bir edilmesine karşı yakarışının, herkesin sesini duyurabildiği bir araç olarak nitelendirilen sosyal medyada dahi dakikalarca videolar yayınlanmasına rağmen duyulmayışına yakınıyoruz.
Kürt illerinde yaşananları aslında gerçeği hem Türkiye halkına hem de dünya halklarına gösterme çabasındaki, “sarı basın kartsız”, “gönüllü”, “çıkarsız” Kürt gazetecilerin kafalarına silah dayandığı, “seni mezarlığa göndeririz” tehditleri edildiği, kaçırılarak işkence edildiği ve nerede olduğu ancak yine belli bir duyarlı kesimin çabasıyla ortaya çıktığı sonra da haksızca tutuklandığı bir zamanda basın özgürlüğünü aramaya çalışıyoruz? Arayınca da bir “Can Dündar’ı” bir de “Erdem Gül’ü” buluyoruz.
Evet, dört tarafımız egemenlerin medyası tarafından sarılmış, evet çocukluktan itibaren bizi eğitiyorlar, evet onlar daha “güçlü”, evet biz halkız, çoğunluğuz ama onlar “haklı”?
Yeter “Allah” aşkına, oy havar “Muhammed” “İsa” aşkına, yattığın ranza aşkına! (Ahmed Arif’ten) Az dur hele, az soluklanan ve nefesini çekerken içine biraz daha düşün! Kim haklı? Kim eziyor, sömürüyor?