Felsefe her zaman kültür, sanat ve bilimi etkilemiştir. Felsefe tarihinin en etkili filozoflarından Friedrick Nietzsche‘nin felsefesi de düşünsel hayatımızı olduğu gibi sinemayı da etkiledi. Toplum bilimlerinin birbiriyle etkileşimli olduğu ve bireylerin hayatına doğrudan veya dolaylı olarak etkide bulunduğu bir yana, sinema, edebiyat, resim gibi diğer sanatlar da bunlardan etkilenen ve hatta bu etkinliklerden beslenen alanlardır. Biz de Taste of Cinema adlı sitede yer alan, Nietzsche felsefesinden etkilenen 15 filmi sizinle paylaşmak istedik.
Diğer listelerimizi göz atmayı unutmayın, başka bir listede görüşmek dileğiyle.
İşte, Nietzche’nin ruhuna üflediği 15 film:
15.
Devil’s Advocate (1997)
Yayınlandığı dönem farklı eleştiriler alan bu film, gişede oldukça başarılıydı. Asla dava kaybetmeyen Güneyli Kevin Lomax’ın hikayesi… John Milton’un avukatlık şirketinden gelen teklifi annesinin karşı çıkmalarına rağmen kabul eden Lomax, sevgilisi ile Manhattan’a taşınır ve şirketin bir parçası olur. Saatlerce ofisinde kalsa da yeni gelen davaları kaybeder, bu sırada karısı ile ilgili problemler ortaya çıkar. Milton’un ise her şeye bir çözümü var gibi gözükmektedir, aynı zamanda Kevin’in annesi de İncil’den tavsiyeler sunarak oğlunun derdine derman arar.
Filmde Özgür İstenç konseptinin anlamını sorguluyoruz. Buradaki Özgür İstenç, Kevin’ın güç için olan istencinden başka bir şey değil. Bir avukat olarak güç için savaşması normal keza kazanmak onun işi ama Milton’un da işin içine girmesi olayı bundan daha fazlasına dönüşüyor. Kişinin istenci dışarı dünyadan bağımsız olarak varolamaz. Başka insanlar işin içine girince, istenç diğerlerinin istençleri tarafından ele geçirilebilir hale gelir.
Film boyunca karşılaştığımız Güç İstenci ile Haz İstenci arasındaki gelgitler etkileyici, unutulmaz ve modern zamanların gerçek sorunları için ışık tutucu.
14.
Hitler, the Rise of Evil (2003)
Bu iki parçalı, Kanada yapımı, yarı biyografi özelliği taşıyan mini seri Hitler’in gençlik yıllarından mutlak güce giden yolunu anlatıyor. Film geçmişteki olayları Adolf’un gözünden gösteriyor. Gerçekle arasında bazı farklılaşmalar olsa da film gerçek hikayenin ana temasına sadık.
2003 tarihli bu eser Hitler’i Avusturya’da babası ölmüş, sevgiden yoksun bir çocuk olarak göstererek başlıyor. 10 yıl sonra çocuğu bu sefer sanat okulundan sanatçı yeteneği eksik diye reddedilirken görüyoruz… Bu, annesininde bahsettiği üzere, Hitler’in soğuk gerçeklerle karşılaştığı çok önemli bir an. Gözlerinden tüm dünyasının yıkıldığını görüyoruz. Annesi de ölen Adolf, Viyena’ya taşınsa da iş bulamıyor, çok geçmeden ise evsiz kalıyor.
Şehrin antisemitik görüntüsü, onun egosunu okşuyor, böylelikle Adolf talihsizliği için Yahudileri ve komünistleri suçlamaya başlıyor. 1914’de Münih’e taşınıp 1. Dünya Savaşı sırasında Alman ordusuna katılıyor. Ana cephelerde gösterdiği üstün cesaret için terfi ediliyor ama asker arkadaşları onu ekstrem düşünceleri yüzünden deli olarak değerlendiriyor. Yaralanıp hastaneye kaldırılıyor ve hastanedeyken Alman ordusunun başarısızlığını duyuyor. Bu, gelecek kariyerini politikaya çevirmesine sebep oluyor. Kötülüğün etkisine girdiği bir dönüşüm noktası da diyebiliriz.
Hitler’in gerçek hayat hikayesi güç istenci felsefenin uygulanmış hali. Paradoks ise Nietzche hala hayatta iken felsefesinin daha çok solcular anarşistler ve Siyonistler tarafından savunulduğunu bilince ortaya çıkıyor. Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla, felsefesi sağcı Alman militarizmini etkilerken, İkinci Dünya Savaşı sırasından üstün insan genellikle Aryan ırkını tanımlamak için kullanılıyor.
Naziler Nietzsche’nin felsefesini kendi terimleriyle yorumladıklarından dolayı savaştan sonra uzun yıllar boyunca bu filozof unutulmak istendi veya görmezden gelindi. Kaufmann, Nietzsche’nin ismininin temizlenmesi için elinden geleni yapmış olduğu için şanslı sayılırız.
14.
Groundhog Day (1993)
90’ların fantastik komedisi bu film bir zaman döngüsüne takılıp kalan Phil Connors’un hikayesi. Her gün aynı gün: 2 Şubat. Phil insanları sevmeyen bir hava durumu sunucusudur ve yıllardır aynı günün hava raporunu vermekten gına gelmiş haldedir. Bir gün Pittsburg’a giderken yoluna bir kayalık düşer ve o geceyi orada geçirmek zorunda kalır. Ertesi sabah farkeder ki hala aynı gündedir ve tabi diğer tüm ertesi sabahlarda da. Çıkmaya çalışsa da artık bu döngüden kurtulamamaktadır.
Kaderini kabul ettikten sonra kendini geliştirmek için çabaya girer. Giderek küçük şehrinin yerel kahramanı olmuştıur. Herkese yardım eder, Fransızca öğrenir, piyano çalar ve iş arkadaşı Rita’yı etkilemek için çabalar.
Bu filmde bengi dönüş konsepti çok açık. Eser tamamen bunun üzerine kurulmuş. Phil kaderini değiştirmek için çabaladığında ancak döngüyü kırabiliyor ve bakıyoruz ki sonunda 3 Şubat’a uyanıyor.
12.
Manderlay (2005)
Bu film Von Trier’in “ABD – Fırsatlar Diyarı” üçlemesinin ikinci filmi. İlk film Dogville gibi, Manderlay’de de minimalist bir sahneleme görüyoruz, bu seferki bir koruluğu temsil ediyor. Manderlay sekiz farklı bölümün bir araya gelmesiyle oluşuyor. Dogville şehrini yaktıktan sonra, Grace babası ve çetesiyle Alabama’nın kırsal kesimlerine doğru yola çıkar ve Manderlay adındaki bu korulukta dururlar.
Manderlay’de, Amerikan İç Savaşı’ndan 70 yıl sonra dahi kölelik devam etmektedir. Biraz bozulmuş olsa da asilliğini hala koruyan Grace bir kaç eşkıya ve babasının avukatıyla burada kalmayı talep eder, kölelerin özgürlüğünden emin olmak istiyordur. Grace’in babası ayrılır ayrılmaz, kölelerin efendisi Mam ölür.
Ölmeden önce Grace’den Mam’ın Kuralları yazan defterini yakmasını ister. Grace bu kurallardan tiksinmiştir fakat aynı kurallar köleleri özgür yaşamları için hazırlamasına ilham kaynağı olur. Beyaz kadın onları demokrasi ve özgürlük gibi konularda eğitmeye başlar. Ve başarısız olur. Bu durum çözüm yerine daha çok problem yaratmıştır.
Hala efendi-köle anlayışı süregelmektedir. Köleler o kadar uzun süre köle olmuşlardır ki, özgürlük gibi kavramlar onlara yanlış gelir. Özgürlük ve demokrasi dediğimiz kavramların gerçekten de en doğru yol olduğundan kim emin olabilir ki zaten?..
Film ne ırkçı ne de anti-Amerikan. Manderlay olayı, dünyanın her yerinden herkesin başına gelebilir. Her ırkta böyle bir olayın olduğuna dair tarihsel deliller bile var.
Nietzsche’nin de dediği gibi, ahlak yığınlar için iyidir, ancak özel insanlar kendi içsel kurallarıyla yaşarlar. Fakat bu cümle çok karışık bir soruya yol açıyor. Yığınların az çok kim olduğunu farkedebiliyoruz, peki özel insanlar kimler?
11.
Broken Flowers (2005)
Broken Flowers, Jim Jarmush’un Jean Eustache için tatlı bir tribute‘ü aslında.
Modern zaman Don Juan’ı, Don Johnston son aşkı tarafından terkedilir, yani bir kez daha yalnızdır. Eski filmler izleyerek güzel müzikler dinleyerek kendini teselli etmektedir. Bir gün posta kutusuna beklenmedik pembe bir zarf düşer. Eski aşklarından biri 19 yaşında bir oğulları olduğunu ve babasını arayabileceğini söylemektedir. Don etkilenmez ama gizemli romanlara bağımlı ve amatör bir dedektif olan komşusu Winston bu davayı araştırması için ona baskı yapar.
Winston bu mektubu yazabilme ihtimali olan 5 kadının adreslerini bulur ve Don bu sıradışı kadınların dördünü ziyaret eder, şimdisi ve geçmişiyle yüzleşiyordur.
Bu dört buluşma aynı yapıda ilerlese de , birbirinden az da olsa farklıdırlar. Her karşılaşma bir öncekinden kötüdür fakar Don’un tepkisi değişmez. Bengi dönüş gibidir, olaylar tıpatıp aynı değildir fakat çokça benzerler. Nihilizm belki de Don’un göbek adıdır.
Film kişinin toplumun ahlaki kurallarının dışına çıktığı zamanki benliğini ve davranışlarını ele alıyor. Don’un dünyasında her şey serbest; fakat bundan artık zevk almıyor, her kadın aynı derece de önemli oluyor. Her biri bu mektubu yazmış olabilir. Bengi dönüşte, her şey mümkündür.
10.
The Fountain (2006)
Bu bir aşk hikayesi. Hatta yönetmen Aronofsky için basit bir aşk hikayesi. Bir bilim adamı karısını kaybetmek üzeredir. Kadındaki beyin tümörü için çareler arar. Eski zamanların birinde, kraliçelerini kurtarmak isteyen savaşçılar, Yeni İspanya’da hayat ağacını arıyorlardır. Bir uzay gezgini ve eski bir ağaç ise biyosferik bir baloncuğun içinde Altın Nebula’ya doğru hareket etmektedir.
Bu üç hikaye aslında birbiriyle iniltili. Bilim adamının karısı Izzi, istilacılardan biri olan Tomas hakkında bir hikaye yazmaktadır. Izzi öldükten sonra, bilim adamı Tom, mezarına bir ağaç tohumu eker. Baloncuk içerisinde olan da gelecekteki Tommy ve onun ağacıdır. Üç hikaye aynı şeye çıkar: Bir adam aşkını korumaya çalışır. Ve bu her defasında aynı adamdır.
The Fountain, Nietzsche’nin bengi dönüş konseptine odaklanır. Aynı olay sonsuz mekanda defalarca tekrarlanır. Tomas, Tom, Tommy farklı zamanda ve mekanda aynı şeyi ararlar; Hayat Ağacı. Hepsi ölümden korkar, ölümü yenmek için o kadar uğraşılar ki yaşamayı unuturlar. Hepsi aynı sonuca çıkar; sonuçsuzluk.
9.
Rope (1948)
Hitchcook bu büyük bütçeli filminde Patrick Hamilton’ın aynı isimli oyunundan yola çıkar. Bu bir tür deneysel yönetmenliktir, diğer işlerinin aksine neredeyse hiç video düzenleme yoktur. Kamera çok dikkatli ilerler ve her çekim 10 dakika kadar sürer. Kamera hareketleri o kadar akıllıcadır ki filmin plan sekans çekildiğini düşünürsünüz.
İki öğrenci, Brandon ve Phillip, sınıflarından başka bir çocuğu öldürürler ve cesedi evlerinin içindeki eski sandığa saklarlar. Suçu işledikten sonra küçük br parti organize ederler; kurbanın kız arkadaşını, babasını, kardeşini ve arkadaşı Professor Rupert’ı davet ederler.
Bu iki çocuk kurbanlarının kendilerinden zeka olarak aşağıda görmektedirler. Bu yüzden de zavallı kurbanın üzerindeki üstünlükler onu öldürmeleri için geçerli bir sebeptir.
Rupert bir defasından sınıfında Nietzsche’nin Üst İnsanı hakkında bir ders işlemiştir. Bu masum ders iki çocuğu cinayete sürüklemiştir. Üstün insan yeni değerler ortaya koyar. O, iyi ve kötünün üstündedir. Rupert gerçeği öğrendiğinde bir ölüme sebebiyet vermenin utancını yaşar.
Aslında bu üst insanın Naziler ve günümüz popüler kültüründe kullandığı tanımlar aynıdır. Zarathustra der ki üst insan kendinin ötesinde bir şey yaratabilen insandır, kendini aşabilendir. Herkes bir silah alıp birini öldürebileceğinden, öldürmenin Nietzsche’nin aklındaki üstünlük olmadığını söylemek çok da zor değil.
8.
Triumph of the Will (1935)
Nazi Partisi’nin 1934’de gerçekleştirdiği parti kongresini işleyen efsaneleşmiş bir propaganda belgeseli var karşımızda. Hitler perdenin arkasında adı geçmeyen yapımcı. Aeriel görüntüler, uzun fokus lensler ve müziğin ve sinematografinin farklı kullanışı gibi yenilikçi teknikler bu filmi öne çıkarıyor.
Bir hikaye örgüsü yok ama heycanlı toplululuklar önünde Nazilerin Hitler dahil en önemli adamlarının yaptığı sonu gelmeyen konuşmalar var. Bu film aslında gelecek nesiller için Nazi Almanyası’nın yükselişini anlatan bir hediye olarak düşünülmüş.
Belgesel gri bir arka planla başlayıp kongrenin her gününün kaydedilmesiyle oluşan 4 parçayla devam ediyor. Antisemitik bir hava taşımıyor, daha çok Hitler’i ve çetesini İsa ve havarileri olarak göstermeyi amaç edinmiş. Hitler’in yaptığı ve söylediği her şey ruhani bir havada aktarılıyor. Bu belgeselin kamu içinde gösterimi Almanya’da halen yasak bu arada.
Hitler ile alakası olan her şey gibi bu filmde de Güç İstenci’nin yanlış bir tanıtımına şahit oluyoruz. İstençlerin zaferi gerçekleştiğinde, istence sahip olan güce de sahip olur. Ama güç ve dayanıklılık farklı konseptlerdir ve farklı değerlendirilmeleri gerekir.
Her neyse, bu film güzel aeriel çekimleri için bile izlenmeye değer.
7.
Fight Club (1999)
Dövüş Kulübü’nün ilk iki kuralını bozuyoruz biliyorum ama bana güvenin… Buna mecburuz. Bu film popüler kültürü delice etkilemiş bir modern zaman kültü. İlk vizyona girdiğinde bunu çok farkedemesek de sadık hayranlarının sayısı giderek artıyor.
Chuck Palahniuk’un aynı adlı eserinden uyarlanan filmde, Hollwood’un en yetenekli güzel suratlarını görüyoruz. Dövüş Kulübü, Otomatik Portakal’dan beri şiddetin ve nihilizmin kültünü sunan en güçlü filmlerden biri.
Edward Norton, insomnia hastası, geceleri destek gruplarına katılan ve desteğe muhtaç kurbanlar gibi davranan isimsiz bir beyaz yakalıdır. Bu gruplardan birinde Xanax bağımlısı tatlı bela Marla ile tanışır. Kendini üstün insan olarak tanımlayan, kendine özgü değerleri ve ahlakı olan Tyler Durden ile tanışınca ise hayatı toptan değişir.
O ve Tyler tamamı erkeklerden oluşan dövüşler düzenlemeye başlarlar. Zamanla isimsiz anlatıcı farkederdi Tyler her geçen gün daha tehlikeli oluyordur. Durdurmaya çalışır ama durum düşündüğünden daha karışıktır.
Tüm detayları dikkatle incelerseniz aslında filmin sonu o kadar da şaşırtıcı değil. Film boyunca incelenen konsept bir kez daha üst insan. Yeni bir adam kendinin ötesinde, toplum ahlakının üstünde, sadece kendisine ve kendi etiğine güvenen bir adam yaratır. Unutmadan, sahip ve köle arasındaki çatışma bir insan akıl içinde gerçekleşebilir.
6.
Apocalypse Now (1979)
153 dakikalık şahane müzik, güzel çekimler ve mükemmel oyunculuk… Marlon Brondo’nun hazırlıksız sete gelmesi veya zamanın zayıf eleştirileri gibi sorunlar yaşamış olsa da film bugün izleyiciler ve eleştirmenler tarafından klasikler arasında değerlendiriliyor.
Kamboçya’ya firari Albay Walter Kurtz’u yakalamak için gönderilmiş Komutan Benjamin Willard’ın hikayesi anlatılıyor filmde. Bu hikaye Vietnam Savaşı sırasında gerçekleşiyor. Tragedyanın Doğuşu ise film boyunca incelenen konsept. Eski Yunan’da olduğu gibi, modern izleyiciler de insanın hayatın amacını bulmanın dipsiz kuyularına tanıklık etmek isterler. Ama bu film daha karışık bir fikirden ortaya çıkıyor, filmden anlam çıkarmaya çalışan izleyiciler sadece varlıklarının amacını sorgulayan karakterlere ulaşıyor.
Benjamin Willard bu görevin onun anlamsız hayatına bir umut vereceğini düşünen bir kaybeden. Walter Kurtz ise özel kuvvet eğitimi almış küçük bir klana krallık taslamaktan delirmiş bir adam.
Bu iki adam bir bozuk paranın iki yüzü. Kahraman olmaktan sıkılan ve Dionysus olmak isteyen eski bir Apollo ve Apollo’nun tahtına oturmak isteyen Dionysus. İkisi de sadece diğerinin varlığında anlamlı ve tüm film bu ikilem üzerine kurulu.
5.
Citizen Kane (1941)
Az çok filmle ilgilenen herkes tarafından tüm zamanların en iyi filmi olarak değerlendirilen bu eser kurguda, hikaye anlatımında, kamera açılarında yenilikçi teknikler barındırıyor. Orson Welles filmin sadece yönetmeni değil. Senaryoda katkısı ve kurguda imzası var , üstelik tüm bunları genç yaşında yapıyor.
Anahtar kelimemiz Gül Goncası (Rosebud). Charles Foster Kane’in ölmeden önce söylediği son söz. Bazı gazeteciler bu sözcüğün anlamını bulmak için onun geçmişini araştırmaya başlıyor. Onu gençliğinde tanıyan insanları buluyorlar ve biz de flashback’ler sayesinde ABD’nin bu en zengin adamının geçmişine konuk oluyoruz.
Fakir ama gururlu çocukluğundan sonra, güçlü ve zengin olmaya başlıyor. Bu, filmin başındaki idealizmini kaybetmesiyle sonuçlanıyor, onun için Amerikan Rüyası gerçek oluyor. Ama her yükselişin bir inişi vardır. Sonunda, ölüm döşeğinde yatarken elinde bir kar küresi tutar, ihtiyacı olan tek şey ise Gül Goncasıdır.
Felsefik olarak film Güç İstenci ile Perspektivizm buluşmasını gösteriyor. Yazılmış en iyi senaryolardan biri olmasının sebebi bu olabilir. Kane’in yükselişi efendi ahlakının verdiği güc istenci tarafından sağlanıyor. Tepedeyken, perspektivizm çıkıyor ortaya.
Sadece bir doğru yoktur. Başkalarının perspektifinde adeta bir tanrıdır ama kendisi için… Kendini bile tanımıyordur artık. Kolektif değerler birinin isteği karşısında o kadar da önemli olmaz bazen, yani herkesin hayalini kurduğu bir evde yaşayıp, hayal ettiği hayatı yaşasan bile, tek isteğin bir gül goncası olabilir.
4.
Dogville (2003)
Lars Von Trier’in “ABD – Fırsatlar Diyarı” projesinin ilk filmi. Bir giriş ve 9 bölümden oluşuyor. Grace adında, gangsterlerden kaçarken Dogville kasabasında kalan genç ve güzel bir kadının hikayesi. Tom, kasabanın sözcüsü, bu küçük izole toplumu Grace’i korumaları için örgütlüyor. Karşılığında kadın onlar için çalışıyor. Her şey güzel anlayacağınız.
Ama şerif birgün kasabaya Grace’in aranıyor ilanı ile gelir, topluluk Grace’i saklamak için ondan daha büyük bir şey beklemeye başlar. Şerif bir kez daha aynı posterle gelince, Grace köleye dönüşür. Fakat Grace ölümcül bir sır saklamaktır yani ona bulaşmak aslında o kadar da iyi bir fikir değildir.
Filmin yönetmenin de dediği gibi; kötü olan her yerden çıkabilir yeter ki durum müsait olsun. Tekrar köle efendi ahlakını görüyoruz. Herkes kendi iç yasalarıyla yönetilebilir ama efendi ile köle yer değiştirdiğinde, sonuçlar yıkıcı olabilir çünkü bu ikisinin yasaları birbirinden epey farklıdır.
3.
Offret (1986)
Andrei Tarkovsky’nin Sovyetler’de olduğu sıralarda yazdığı ve yönettiği son film Offret. Kurgu aşamasında, kendisine kanser teşhisi konulmuştu ama yazarken ve çekerken bu durumdan haberdar değildi. Filmin ana teması ise ne tesadüftür ki ölümü tesadüfi olarak algılamak. Başrol için seçilen Anatoly Solonitsyn’in de film çekilmeden kanserden öldüğünü de bilmek olayı daha ilginç hale getiriyor.
Gazeteci eski bir aktör ve felsefeci olan Alexander, geçici olarak konuşamayan oğlu ile bir ağaç diker. Ona Pamye isimli Ortodoks bir rahibin öğrencisi olan Koloy’un efsanesini anlatır, Koloy efendisinin isteği üzere her gün ölü bir ağacı sulamak için bir dağa tırmanır, ta ki ağaç tekrar yeşerene kadar. 3 yıl sonra ağaç yeşerir.
Tam bu anda yarı-zamanlı postacı ve aynı zamanda felsefeci olan Otto elinde Alexander için bir doğum günü kartıyla gelir. Alexander birden bire arkadaşına, Tanrı ile ilişkisinin var olmadığını belirtir. Otto ayrıldıktan sonra, Alexander’ın aktris olan karısı Adeliade ve aile doktoru Viktor gölün yanına Alexander ve oğlulun yanına gelir.
Herkes doğum günününü kutlar. Parti bittiğinde, haberlerde süper güçler arasında bir nükleer savasın başladığı görülür. Alexander çaresizce tanrıya dua eder, savaşı engellemek uğruna her şeyini vereceğini söyler. Otto Alexander’a eğer hizmetçi Maria’yı ziyaret ederse dünyayı kurtarabileceğini söyler, Maria’nın cadı olduğuna inanıyordur. Alexander Maria’yı ziyaret eder, diğer sabah uyandığından her şeyin sessiz ve huzurlu olduğunu fark eder. Sonra ailesine bir oyun oynar ve onlar dışarıda iken güzel evlerini yakar. Bir anda, hiçlikten çıkan bir ambulans gelir ve onu alır götürür.
Son sahne geliyor: Maria bisikletini sürerken Alexander’ın oğlunu babasıyla geçen gün diktikleri ağacı sularken görür. Çocuk artık konuşuyordur.
Tarkovsky, filmi kendi oğluna adamıştır.
Filmin en kafa karıştırıcı tarafları Alexander’ın tanrıya dua ettiği sırada ve Maria’yı ziyaret ederken gerçekleşen olayların tuhaf sekansında. Dünya kurtarıldı ama kime borçluyuz bunu?
Alexander insanlığa insan üstü bir kurban vererek hediye sunuyor. Tarkovsky Bengi Dönüşü, Nihilizme bir panzehir olarak sunuyor.
Film her türlü okumaya açık. Yönetmen kendi kafa karışıklığını ve güvensizlik hissini işliyor sanatına. Belki de bengi dönüş filmlerini bağlayan bir konsept olarak düşünmüştür Tarkovsky. İnsanlığı kurtarmak için kendinden vazgeçen bir adam kuruyor. Sebep tanrı veya cadı olsun; sonuç değişmiyor.
2.
Napoleon (1927)
Bu epik sessiz Fransız filmi, Abel Gance imzası taşıyor ve gençlik yıllarından İtalya’yı kasıp kavuran yıllarına kadar Napoleon’u anlatıyor. 6 saatlik derin bir filmden bahsediyoruz ve film, akıcı hareket eden yenilikçi kamera teknikleriyle biliniyor. Etkileyici kurgusu, kamera teknikleri, su altı çekimleriyle göz dolduran filmde Fransız Yeni Dalgasının etkilerini görüyoruz. Aslında Napoleon 6 bölümlük bir proje olarak planlanmış fakat bütçe sorunları sebebiyle sadece bu tek film tamamlanabilmiş.
Film genç Napoleon’un askeriyeye katılmasıyla başlıyor. Gerçek bir kumandan gibi kar topu savaşını yöneten çocuk, diğer oğlanların saldırılarından kurtulamıyor. Daha ilk sahneden, sadece güç istenci ile değil, Napeleon’un duygusal durumuyla da karşı karşıya kalıyoruz.
10 yıl sonra Fransız Devrimi sırasında, Napoleon’u savaş sırasında görüyoruz. Ailesinin Corcica’daki evine dönen Napoleon , bazı politik tehlikelerden sonra onları Fransa’ya getirmeye çalışıyor. Memur olarak çalışırken farkedilen emir verme ve yönetme yeteneği onu üst mertebelere taşıyor.
Kıskanç ve yeteneksiz devrimciler onu tutukluyor ama hapishanede uzun süre kalmıyor. Hapishaneden kaçan Napoleon, İtalya’yı fethetmek için planlar kuruyor. Bu sırada evleniyor, orduda baş komutanlığa kadar yükseliyor.
Güç istenci için en tipik örnek olarak gösterilen Napoleon, bu filmde “Prestijimi hak ediyorum!” diyebilen enerjik bir varlık gösteriyor. Sonunda güç istenci onu gücüne kavuşturuyor.
1.
Torino Atı – The Turin Horse (2011)
Yaşayan efsane Bela Tarr’ın son filmi… Bu siyah beyaz efsane bir atın, sahibinin ve sahibin kızının rutin hayatını anlatıyor.
Açılışta, Nietzsche’nin 1889 yılında bir atın işkence edilişine tanıklık ettiğini ve bu durumun onda zihinsel bir probleme yol açtığını okuyoruz, gerçi kimse bu durumun ne kadar kurgu ne kadar gerçek olduğunu bilmiyor.
Filmin geleneksel bir senaryosu yok. Sponsorlar Krasznahorkai tarafından yazılan kısa bir parçayı satın alabilmiş sadece, yani detaylı bir belge yok ellerinde.
Bu film listedeki diğer filmlerden biraz farklı çünkü tam olarak Nietzsche felsefesinden etkilenmiş diyemeyiz. Daha çok bu felsefenin oluşum sebepleriyle ilgileniyor: İnsan varoluşunun ağırlığı. Tekrar eden çekimler gerçek hayattan. Bir adam, kızı ve atları post apokaliptik dünyayla çok ortak noktası olan bir dünyada var olmaya çalışıyor.
Bengi dönüş burada tuhaf veya insanla alakası olmayan bir şey değil. Nihilizm sıradan karakterlerden kaynaklanıyor. Karakterler ve izleyiciler arasında bir sınır yok. Filmde gördüklerimiz, her gün gördüğümüz şeyler aslında. Bir ziyaretçi kıza anti-İncil’in bir kopyasını veriyor: Nietzsche’nin fikirlerini biraz genişleterek sadece tanrıyı değil tanrı ve insanları suçluyor.
Bela Tarr, kızı ve adamı ziyarete gelen bu ziyaretçinin bir çeşit Nietzsche gölgesi olduğunu söylemiş. Her zaman filozof olmayı isteyen ve klasik hikaye anlatımına karşı çıkan yönetmen, bu filmi basit bir anti-evren hikayesi olarak tanımlıyor.
Kaynak: Sinematopya, Taste of Cinema